1 Kasım 1989 Çarşamba

TEKNOLOJİ FOBİSİNİ YENMEK


 (Bu yazı 1989 yılında, YENİ AÇILIM dergisinde yayınlanmıştır. O yıllarda dünya henüz iki kutupluydu, iki kutbun yarattığı amansız bir silahlanma yarışı ve teknolojik rekabet içindeydi. Çernobil nükleer santrali yeni patlamış ama etkileri henüz daha anlaşılamamıştı. Ozon tabakasında ki delikten yeni yeni söz ediliyordu ama iklim değişikliği ve küresel ısınma herkese zırva gibi geliyordu.  Bizler de ülkede 12 Eylül'ün faşizminin karanlığından, yaralarımızı sararak el yordamıyla çıkmaya çabalamakla, aydınlanmayı ve demokrasiyi mum ışığıyla aramakla meşguldük. Aradan neredeyse 25 yıl geçmiş ama bu arayış, hem dünyada hem Türkiye'de hâlâ sürüyor, bu yazı ve önermeleri de hâlâ güncel... Ama bir farkla : GEZİ Direnişi destanından sonra artık hepimiz çok daha umutluyuz gelecekten...)


2000’li yıllara yaklaşırken, üzerinde yaşadığımız dünya gezegeni tehdit altında; hem de uzaylı yaratıkların ya da doğal felaketlerin değil, tamamen insana ait, insanın kendi ürettiği değerlerin, teknolojilerin tehditi altında.

Yerküremiz oluşa geldiğinden bu yana felaketlerle çok karşılaştı; bugüne dek, bu olağanüstü olaylarda insan etkisi olmamıştı, olup bitenler yalnızca doğal afetlerdi.” Bir bilim yorumcusu bir süre önce bunları yazıyor ve ekliyordu :  “OYSA BUGÜN, DÜNYAMIZ İNSAN ETKİNLİĞİYLE TEHDİT EDİLİYOR.”

İnsanlık tarihine bir göz atalım… Görülen manzara kabaca şöyle: tarih boyunca, insanlar arasında kurulmuş ilişkilerin temelini üretim ilişkileri belirleyegelmiş. “Üretim ilişkileri”ni, ‘insanların kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli mal ve ürünlerin üretimi sırasında ortaya çıkan toplumsal ilişkiler’ olarak tanımlamak olası. Bu üretim ilişkileri, tarihin birbirinden farklı çeşitli dönemlerinde üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak yapısal değişikliklere uğramış, ateş ve tekerleğin bulunmasının ardından, toprak daha kolay işlenmeye, daha çok ve verimli ürün alınmaya başlanmış; sonraları tarıma dayalı ekonomiler yerini yavaş yavaş insan gücüyle işleyen küçük endüstriyel işletmelere bırakmış. Bu dönemlerde, üretim teknikleri ve ve üretici güçler oldukça yavaş bir gelişme seyri izlemiş. Ancak 19. yüzyılla birlikte, mekanik ve buhar gücüne dayanan tekniklerin kullanılmasıyla endüstri devrimi ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda da, elektrik enerjisinin yayılmasıyla gelişen süreç bilimsel-teknolojik devrimle kaynaşmış, insan emeği ve bilinci yetkinleşmiş, emek görece daha üretkenleşmiş. Günümüzdeyse kol emeği yerini giderek kafa emeğine terk etmeye yüz tutmuş.

Üretici güçlerin bu baş döndürücü hızla ilerlemesi her dönemde yeni üretim ilişkilerini ve yeni türde insan ilişkilerinin biçimlenmesini de beraberinde getirmiş. Bugün gelinen nokta, özellikle gelişmiş endüstri ülkelerini yepyeni sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Gelişmekte olan ve gelişmeye çalışan ülkeler ise bu yeni sorunlardan fazlasıyla payını alıyor.

Sonlarına yaklaştığımız yüzyılın başlarında yoğunlaşan bilimsel bilgi birikiminin sonucunda ortaya çıkan yeni buluşlar, geliştirilen yeni bilimsel teori ve teknikler teknolojiyi bugünkü ileri konumuna getirdi. Artık, gelişmiş ülkeler geçmişin deneyimlerini de gözönüne alarak, 21. yüzyılda  daha ileri teknolojilerle donanmanın programlarını hazırlıyorlar, dev yatırımlar yapmaktan kaçınmıyorlar. Gelişmekte olan ülkeler ise, özellikle transfer yolunu seçerek kendi teknolojilerini yenilemekteler.

Yakın geçmişte, teknolojinin üretimi ve kullanılması yolunda, farklı ekonomik sistemler arasındaki rekabet, azgın yarışma ve kâr hırsı insanlığın varoluşunu tehdit etmeye başlayana dek, bu teknolojik ilerlemeden fazla kişinin rahatsızlığı yoktu. Çok değil, on yıl öncesinde özellikle Avrupa’da, çevre korumacı gruplar ortaya çıkıp kıyamet sinyalleri vermeye başladığında, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de çoğumuz gülüp geçmiştik. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı giderek daha iyi anlaşılıyor.

Temel hedefi, insan yaşamını daha rahat, daha yaşanılır, daha huzurlu kılabilmek, daha güzel bir dünya yaratabilmek olan teknolojik gelişme, farklı ekonomik ve sosyal sistemler arasındaki yarışma ve rekabet ortamında daha fazla kâr ve egemenlik arayan güçlerin denetimine girince, kaçınılmaz olarak hedefinden saptı. Ardarda patlayan nükleer santraller, delinmeye yüz tuta ozon kuşağı, nereye saklanılacağına bir türlü karar verilemeyen endüstriyel atıklar, nasıl korunacağımızı bilemediğimiz radyasyon, bozulan doğal denge ve tüm bu olup bitenlerin sonucunda, yeni iletişim tekniklerinin amaç dışı kullanımıyla toplumsal salgın hâline gelen psikolojik hastalıklar toptan bir yok oluşun ilk sinyalleri.

Tüm yoğunluğuyla yaşanan bu süreçte, teknolojiye, teknik ilerlemeye, giderek teknokratlara ağır suçlamalar, şiddetli tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkilerin haksız olduğunu iddia etmek ise oldukça güç; zira, DAHA RAHAT BİR YAŞAMI HEDEFLERKEN, YAŞADIĞIMIZ ÇEVREYİ VE KENDİMİZİ YOK ETMEK “DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAKTAN” ÇOK DAHA ACI!

Görülen o ki; günlük yaşantımızın en küçük ayrıntılarına bile girmeyi başarabilen teknolojik harikalar(?!?), yenilikler dengesiz, plansız, histerik duygularla pompalandıkça , insan sağlığını, toplum yaşamını kangrenleştiren, en insanca erdemlerimizi bile yok edebilen illetler olmaya başlıyor. Bu duruma karşı ortaya çıkan tepkiler de, zaman zaman karşı yönde ama aynı biçimde histerikleşiyor. DUYGUSALLIKLA ÇEVRE SORUNUNA YAKLAŞMAK, GİDEREK TEKNOLOJİYE SAVAŞ AÇMAK BİRAZ ‘DON KİŞOT’LUK’ YAPMAYA BENZİYOR. Sonuçta, en nesnel gerçeklikler, bilerek ya da bilmeden gözden kaçırılıyor; yeşil ve mavi doğanın içinde yaşamak adına, Boğaziçi’nin tüm doğal güzellikleri yok edilerek beton yığınlarıyla donanıyor; Haliç’i temizleyebilmek pahasına Marmara denizi gözden çıkartılıyor; hava kirliliğinden, gürültüden dem vurulurken, özel otomobil sevdasından vazgeçilemiyor; trafik yoğunluğundan, benzin pahalılığından yakınılırken toplu taşımacılık biçimleri görmezden geliniyor, yeni yeni köprülerin hesapları yapılıyor; İstanbul’u güzelleştirmek için, yenilik adına kediler yok edilirken, yıkımlardan sonra ortaya çıkacak fareler görmezden geliniyor; ekonomik kalkınmamızın turizm patlamasıyla olanaklı olacağı düşünülürken, en güzel turistik bölgelerde termik ve nükleer santraller yapılması planlanıyor. Tüm bunlar ülkemizde olup bitenlerden yalnızca ilk bakışta göze çarpan çelişkiler. Bizim için bir teselli olmamakla birlikte, dünyada olup bitenler bizdekilerden pek farklı değil; hazırdaki nükleer silahların gezegeni ekseninden oynatacak güce ulaştığı bilinirken, yıllar süren uğraşılardan sonra, binbir nazla, orta menzilli nükleer roketlerin yok edilmesine razı olunuyor, bunda da sıra paylaşılamıyor; ozon kuşağını freon gazlarının yıprattığı bilinirken, freon üretiminden vazgeçilemiyor ve hâlâ CFC’li spreylerin reklamları milyonlarca insanın gözü önünde yayınlanabiliyor. Hepsinden daha da önemlisi; tüm bu yapılanlara insan aklının sınırlarını zorlayan, garip kılıflar geçirilmeye, yapay gerekçeler yaratılmaya özen gösteriliyor. Bilgi ve iletişim çağında, geniş kesimlerin kafalarında kavram kargaşaları, bilinç bulanıklıkları yaratılarak işin içinden sıyrılınmaya çalışılıyor. Sorunların özünde bir değişiklik olmayınca da, gelen cılız tepkiler de sonuç alıcı olamıyor; tek-çift plaka uygulamalarıyla, soba yakma yasaklarıyla önlem alma görüntüleri sergileniyor.

TOPLUMUN GENİŞ KESİMLERİNİ KISA VADELİ, POLİTİK HESAPLARLA OYALAMAK DA, BU KESİMLERDE OLUŞMUŞ TEKNOLOJİ KORKUSUNU ARTTIRMAKTAN BAŞKA İŞE YARAMIYOR. YAŞANAN SORUNLAR, DAHA DA ARTARAK YAŞAMIMIZDA YER EDİYOR. 21. yüzyılın eşiğinde, gelişmiş ülkeler daha ileri teknolojilerle donanmanın hazırlıklarını sosyal, politik, ekonomik her alanda yaparken, biz hâlâ endüstrimizi hangi temel kaynağa oturtacağımıza, enerji politikalarını nereye dayandıracağımıza, tarıma mı yoksa endüstriye mi yönelmemiz gerektiğine karar veremiyoruz.

Gezegenimizin yok oluş tehditiyle yaşadığımız bu ortamda, TEKNOLOJİYİ DOĞRU YERİNE OTURTABİLMEK, ONUN YOK EDİCİ DEĞİL ÜRETİCİ, YAŞAMI ZENGİNLEŞTİRİCİ YANLARINI KORUMAK, GELİŞTİRMEK; AYRIMSIZ TÜM İNSANLARIN KULLANIMINA UYGUN DURUMA GETİREBİLMEK KUŞKUSUZ TEKNİK ELEMANLARIN, MÜHENDİSLERİN, UZMANLARIN GÖREVİ. Ülkemizde elektrik gereksinimi giderek artıyorsa, buna karşılık hidrolik kaynaklarımızın verimi giderek azalıyor ve bir noktadan sonra yeni enerji türlerinin üretimine yönelmek zorunlu olacaksa bu teknolojinin en güvenilir, en üretken, en verimli ve en az zararlı yöntemleri bulunmak zorunda; artan dışa bağımlılıkla bütçe açığımız giderek büyürken bağımlı enerji politikalarını bir an önce terk ederek, öz kaynaklarımızdan enerji üretebilecek teknolojileri geliştirmemiz gerekiyor; ulusal ekonomimizin geleceğini turizm patlamalarına bağlamaya çalışıyorsak tarihsel, kültürel, turistik değerlerimizi yok edecek endüstriyel etkilere daha kaynağında müdahale etmek zorunlu görünüyor. Bunları yaşama geçirmek teknik elemanların önünde duran görevler; ancak, bunun koşullarının yaratılması da sanayileşme hızımızın artmasıyla birlikte daha fazla değer ve gelir üretmekle, öz kaynaklarımızı daha akılcı ve bilinçli değerlendirebilmekle ve hepsinden önemlisi nitelikli insan gücümüzü arttırarak kendi teknolojilerimizi üretmekle olanaklı. BU GÖREVİN NE ÖLÇÜDE YERİNE GETİRİLDİĞİNİN DENETİMİYSE TOPLUMUN EN GENİŞ KESİMLERİNİN ETKİN KATILIMIYLA OLUŞACAK MEKANİZMALARA İŞLERLİK KAZANDIRARAK SAĞLANABİLİR.

Hiç kuşku yok ki; en temel hak olan insanca yaşama hakkının kullanılması anlamına gelen bu denetim mekanizmalarının varlığı ve etkinliği ancak çağdaş bir demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla çalışabilmesine bağlı. Fabrikalardan, işyerlerine; okullardan, mahallelere; devlet dairelerinden, özel işletmelere dek yaşamımızı sürdürdüğümüz her ortamda, tamamen yerel inisyatiflerin etkisiyle ortaya çıkacak bu “DEMOKRATİK DENETİM MEKANİZMALARI” ayrımsız, toplumun her kesiminden insanın sağlığını ve yaşamını etkileyen çevresel –ekolojik- sorunların çözümünde ve karşılıklı bir bağımlılıkla, çağdaş demokrasilerin birincil ögesi olan “katılım” ilkesinin yaşama geçirilmesiyle, demokrasinin gelişmesinde en sonuç alıcı yöntemler olabilir.

YAŞADIĞIMIZ ÇEVREYE, GELECEĞİMİZE, KENDİ SAĞLIĞIMIZA, SOLUDUĞUMUZ HAVAYA SAHİP ÇIKABİLMEK, KORUYABİLMEK; ZATEN SIĞ OLAN TEKNİKLERİ HİSTERİYLE YOK EDEREK DEĞİL, TEKNOLOJİ FOBİSİNİ YENEREK, GELİŞKİN TEKNOLOJİYİ DOĞRU DEĞERLENDİRMEKLE BAŞLAYACAK. ELBETTE, BUNUN ÖNÜNDE DURAN ENGELLERİ BİRER BİRER, SABIRLA ORTADAN KALDIRARAK, BU YOLDA HARCANAN EMEĞE, ÜRETİLENLERE GEREĞİNCE DEĞER VERİLEREK. ÇAĞI ATLAMAK DEĞİL AMA, YAŞADIĞIMIZ ÇAĞI YAKALAYABİLMEK BÖYLE OLANAKLI!


CAN ÇINAR, 1989