(Bu yazı 1989 yılında, YENİ AÇILIM dergisinde yayınlanmıştır. O yıllarda dünya henüz iki kutupluydu, iki kutbun yarattığı amansız bir silahlanma yarışı ve teknolojik rekabet içindeydi. Çernobil nükleer santrali yeni patlamış ama etkileri henüz daha anlaşılamamıştı. Ozon tabakasında ki delikten yeni yeni söz ediliyordu ama iklim değişikliği ve küresel ısınma herkese zırva gibi geliyordu. Bizler de ülkede 12 Eylül'ün faşizminin karanlığından, yaralarımızı sararak el yordamıyla çıkmaya çabalamakla, aydınlanmayı ve demokrasiyi mum ışığıyla aramakla meşguldük. Aradan neredeyse 25 yıl geçmiş ama bu arayış, hem dünyada hem Türkiye'de hâlâ sürüyor, bu yazı ve önermeleri de hâlâ güncel... Ama bir farkla : GEZİ Direnişi destanından sonra artık hepimiz çok daha umutluyuz gelecekten...)
2000’li yıllara yaklaşırken,
üzerinde yaşadığımız dünya gezegeni tehdit altında; hem de uzaylı yaratıkların
ya da doğal felaketlerin değil, tamamen insana ait, insanın kendi ürettiği
değerlerin, teknolojilerin tehditi altında.
“Yerküremiz oluşa geldiğinden bu
yana felaketlerle çok karşılaştı; bugüne dek, bu olağanüstü olaylarda insan
etkisi olmamıştı, olup bitenler yalnızca doğal afetlerdi.” Bir bilim yorumcusu
bir süre önce bunları yazıyor ve ekliyordu :
“OYSA BUGÜN, DÜNYAMIZ İNSAN ETKİNLİĞİYLE TEHDİT EDİLİYOR.”
İnsanlık tarihine bir göz atalım…
Görülen manzara kabaca şöyle: tarih boyunca, insanlar arasında kurulmuş
ilişkilerin temelini üretim ilişkileri belirleyegelmiş. “Üretim ilişkileri”ni,
‘insanların kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli mal ve ürünlerin
üretimi sırasında ortaya çıkan toplumsal ilişkiler’ olarak tanımlamak olası. Bu
üretim ilişkileri, tarihin birbirinden farklı çeşitli dönemlerinde üretici
güçlerin gelişmesine bağlı olarak yapısal değişikliklere uğramış, ateş ve
tekerleğin bulunmasının ardından, toprak daha kolay işlenmeye, daha çok ve
verimli ürün alınmaya başlanmış; sonraları tarıma dayalı ekonomiler yerini
yavaş yavaş insan gücüyle işleyen küçük endüstriyel işletmelere bırakmış. Bu
dönemlerde, üretim teknikleri ve ve üretici güçler oldukça yavaş bir gelişme
seyri izlemiş. Ancak 19. yüzyılla birlikte, mekanik ve buhar gücüne dayanan
tekniklerin kullanılmasıyla endüstri devrimi ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda da,
elektrik enerjisinin yayılmasıyla gelişen süreç bilimsel-teknolojik devrimle
kaynaşmış, insan emeği ve bilinci yetkinleşmiş, emek görece daha üretkenleşmiş.
Günümüzdeyse kol emeği yerini giderek kafa emeğine terk etmeye yüz tutmuş.
Üretici güçlerin bu baş döndürücü hızla
ilerlemesi her dönemde yeni üretim ilişkilerini ve yeni türde insan
ilişkilerinin biçimlenmesini de beraberinde getirmiş. Bugün gelinen nokta,
özellikle gelişmiş endüstri ülkelerini yepyeni sorunlarla karşı karşıya
bırakıyor. Gelişmekte olan ve gelişmeye çalışan ülkeler ise bu yeni sorunlardan
fazlasıyla payını alıyor.
Sonlarına yaklaştığımız yüzyılın
başlarında yoğunlaşan bilimsel bilgi birikiminin sonucunda ortaya çıkan yeni
buluşlar, geliştirilen yeni bilimsel teori ve teknikler teknolojiyi bugünkü
ileri konumuna getirdi. Artık, gelişmiş ülkeler geçmişin deneyimlerini de
gözönüne alarak, 21. yüzyılda daha ileri
teknolojilerle donanmanın programlarını hazırlıyorlar, dev yatırımlar yapmaktan
kaçınmıyorlar. Gelişmekte olan ülkeler ise, özellikle transfer yolunu seçerek
kendi teknolojilerini yenilemekteler.
Yakın geçmişte, teknolojinin üretimi
ve kullanılması yolunda, farklı ekonomik sistemler arasındaki rekabet, azgın
yarışma ve kâr hırsı insanlığın varoluşunu tehdit etmeye başlayana dek, bu
teknolojik ilerlemeden fazla kişinin rahatsızlığı yoktu. Çok değil, on yıl
öncesinde özellikle Avrupa’da, çevre korumacı gruplar ortaya çıkıp kıyamet
sinyalleri vermeye başladığında, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de çoğumuz
gülüp geçmiştik. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı giderek daha iyi
anlaşılıyor.
Temel hedefi, insan yaşamını daha
rahat, daha yaşanılır, daha huzurlu kılabilmek, daha güzel bir dünya
yaratabilmek olan teknolojik gelişme, farklı ekonomik ve sosyal sistemler
arasındaki yarışma ve rekabet ortamında daha fazla kâr ve egemenlik arayan
güçlerin denetimine girince, kaçınılmaz olarak hedefinden saptı. Ardarda
patlayan nükleer santraller, delinmeye yüz tuta ozon kuşağı, nereye
saklanılacağına bir türlü karar verilemeyen endüstriyel atıklar, nasıl
korunacağımızı bilemediğimiz radyasyon, bozulan doğal denge ve tüm bu olup
bitenlerin sonucunda, yeni iletişim tekniklerinin amaç dışı kullanımıyla toplumsal
salgın hâline gelen psikolojik hastalıklar toptan bir yok oluşun ilk sinyalleri.
Tüm yoğunluğuyla yaşanan bu süreçte,
teknolojiye, teknik ilerlemeye, giderek teknokratlara ağır suçlamalar, şiddetli
tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkilerin haksız olduğunu iddia etmek ise oldukça
güç; zira, DAHA RAHAT BİR YAŞAMI HEDEFLERKEN, YAŞADIĞIMIZ ÇEVREYİ VE KENDİMİZİ
YOK ETMEK “DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAKTAN” ÇOK DAHA ACI!
Görülen o ki; günlük yaşantımızın
en küçük ayrıntılarına bile girmeyi başarabilen teknolojik harikalar(?!?),
yenilikler dengesiz, plansız, histerik duygularla pompalandıkça , insan
sağlığını, toplum yaşamını kangrenleştiren, en insanca erdemlerimizi bile yok
edebilen illetler olmaya başlıyor. Bu duruma karşı ortaya çıkan tepkiler de,
zaman zaman karşı yönde ama aynı biçimde histerikleşiyor. DUYGUSALLIKLA ÇEVRE
SORUNUNA YAKLAŞMAK, GİDEREK TEKNOLOJİYE SAVAŞ AÇMAK BİRAZ ‘DON KİŞOT’LUK’
YAPMAYA BENZİYOR. Sonuçta, en nesnel gerçeklikler, bilerek ya da bilmeden
gözden kaçırılıyor; yeşil ve mavi doğanın içinde yaşamak adına, Boğaziçi’nin
tüm doğal güzellikleri yok edilerek beton yığınlarıyla donanıyor; Haliç’i temizleyebilmek
pahasına Marmara denizi gözden çıkartılıyor; hava kirliliğinden, gürültüden dem
vurulurken, özel otomobil sevdasından vazgeçilemiyor; trafik yoğunluğundan,
benzin pahalılığından yakınılırken toplu taşımacılık biçimleri görmezden
geliniyor, yeni yeni köprülerin hesapları yapılıyor; İstanbul’u güzelleştirmek
için, yenilik adına kediler yok edilirken, yıkımlardan sonra ortaya çıkacak
fareler görmezden geliniyor; ekonomik kalkınmamızın turizm patlamasıyla
olanaklı olacağı düşünülürken, en güzel turistik bölgelerde termik ve nükleer
santraller yapılması planlanıyor. Tüm bunlar ülkemizde olup bitenlerden
yalnızca ilk bakışta göze çarpan çelişkiler. Bizim için bir teselli olmamakla
birlikte, dünyada olup bitenler bizdekilerden pek farklı değil; hazırdaki
nükleer silahların gezegeni ekseninden oynatacak güce ulaştığı bilinirken,
yıllar süren uğraşılardan sonra, binbir nazla, orta menzilli nükleer roketlerin
yok edilmesine razı olunuyor, bunda da sıra paylaşılamıyor; ozon kuşağını freon
gazlarının yıprattığı bilinirken, freon üretiminden vazgeçilemiyor ve hâlâ
CFC’li spreylerin reklamları milyonlarca insanın gözü önünde yayınlanabiliyor.
Hepsinden daha da önemlisi; tüm bu yapılanlara insan aklının sınırlarını
zorlayan, garip kılıflar geçirilmeye, yapay gerekçeler yaratılmaya özen
gösteriliyor. Bilgi ve iletişim çağında, geniş kesimlerin kafalarında kavram
kargaşaları, bilinç bulanıklıkları yaratılarak işin içinden sıyrılınmaya
çalışılıyor. Sorunların özünde bir değişiklik olmayınca da, gelen cılız
tepkiler de sonuç alıcı olamıyor; tek-çift plaka uygulamalarıyla, soba yakma
yasaklarıyla önlem alma görüntüleri sergileniyor.
TOPLUMUN GENİŞ KESİMLERİNİ KISA
VADELİ, POLİTİK HESAPLARLA OYALAMAK DA, BU KESİMLERDE OLUŞMUŞ TEKNOLOJİ
KORKUSUNU ARTTIRMAKTAN BAŞKA İŞE YARAMIYOR. YAŞANAN SORUNLAR, DAHA DA ARTARAK
YAŞAMIMIZDA YER EDİYOR. 21. yüzyılın eşiğinde, gelişmiş ülkeler daha ileri
teknolojilerle donanmanın hazırlıklarını sosyal, politik, ekonomik her alanda
yaparken, biz hâlâ endüstrimizi hangi temel kaynağa oturtacağımıza, enerji
politikalarını nereye dayandıracağımıza, tarıma mı yoksa endüstriye mi
yönelmemiz gerektiğine karar veremiyoruz.
Gezegenimizin yok oluş tehditiyle
yaşadığımız bu ortamda, TEKNOLOJİYİ DOĞRU YERİNE OTURTABİLMEK, ONUN YOK EDİCİ
DEĞİL ÜRETİCİ, YAŞAMI ZENGİNLEŞTİRİCİ YANLARINI KORUMAK, GELİŞTİRMEK; AYRIMSIZ
TÜM İNSANLARIN KULLANIMINA UYGUN DURUMA GETİREBİLMEK KUŞKUSUZ TEKNİK
ELEMANLARIN, MÜHENDİSLERİN, UZMANLARIN GÖREVİ. Ülkemizde elektrik gereksinimi
giderek artıyorsa, buna karşılık hidrolik kaynaklarımızın verimi giderek
azalıyor ve bir noktadan sonra yeni enerji türlerinin üretimine yönelmek
zorunlu olacaksa bu teknolojinin en güvenilir, en üretken, en verimli ve en az
zararlı yöntemleri bulunmak zorunda; artan dışa bağımlılıkla bütçe açığımız giderek
büyürken bağımlı enerji politikalarını bir an önce terk ederek, öz
kaynaklarımızdan enerji üretebilecek teknolojileri geliştirmemiz gerekiyor;
ulusal ekonomimizin geleceğini turizm patlamalarına bağlamaya çalışıyorsak
tarihsel, kültürel, turistik değerlerimizi yok edecek endüstriyel etkilere daha
kaynağında müdahale etmek zorunlu görünüyor. Bunları yaşama geçirmek teknik
elemanların önünde duran görevler; ancak, bunun koşullarının yaratılması da
sanayileşme hızımızın artmasıyla birlikte daha fazla değer ve gelir üretmekle,
öz kaynaklarımızı daha akılcı ve bilinçli değerlendirebilmekle ve hepsinden
önemlisi nitelikli insan gücümüzü arttırarak kendi teknolojilerimizi üretmekle
olanaklı. BU GÖREVİN NE ÖLÇÜDE YERİNE GETİRİLDİĞİNİN DENETİMİYSE TOPLUMUN EN GENİŞ
KESİMLERİNİN ETKİN KATILIMIYLA OLUŞACAK MEKANİZMALARA İŞLERLİK KAZANDIRARAK
SAĞLANABİLİR.
Hiç kuşku yok ki; en temel hak olan
insanca yaşama hakkının kullanılması anlamına gelen bu denetim mekanizmalarının
varlığı ve etkinliği ancak çağdaş bir demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla
çalışabilmesine bağlı. Fabrikalardan, işyerlerine; okullardan, mahallelere;
devlet dairelerinden, özel işletmelere dek yaşamımızı sürdürdüğümüz her ortamda,
tamamen yerel inisyatiflerin etkisiyle ortaya çıkacak bu “DEMOKRATİK DENETİM
MEKANİZMALARI” ayrımsız, toplumun her kesiminden insanın sağlığını ve yaşamını
etkileyen çevresel –ekolojik- sorunların çözümünde ve karşılıklı bir
bağımlılıkla, çağdaş demokrasilerin birincil ögesi olan “katılım” ilkesinin
yaşama geçirilmesiyle, demokrasinin gelişmesinde en sonuç alıcı yöntemler
olabilir.
YAŞADIĞIMIZ ÇEVREYE, GELECEĞİMİZE,
KENDİ SAĞLIĞIMIZA, SOLUDUĞUMUZ HAVAYA SAHİP ÇIKABİLMEK, KORUYABİLMEK; ZATEN SIĞ
OLAN TEKNİKLERİ HİSTERİYLE YOK EDEREK DEĞİL, TEKNOLOJİ FOBİSİNİ YENEREK,
GELİŞKİN TEKNOLOJİYİ DOĞRU DEĞERLENDİRMEKLE BAŞLAYACAK. ELBETTE, BUNUN ÖNÜNDE
DURAN ENGELLERİ BİRER BİRER, SABIRLA ORTADAN KALDIRARAK, BU YOLDA HARCANAN
EMEĞE, ÜRETİLENLERE GEREĞİNCE DEĞER VERİLEREK. ÇAĞI ATLAMAK DEĞİL AMA,
YAŞADIĞIMIZ ÇAĞI YAKALAYABİLMEK BÖYLE OLANAKLI!
CAN ÇINAR, 1989