2 Mart 2015 Pazartesi

O Fortuna!

Okuma sırasında dinlemeniz önerisidir... CÇ

Yorgun argın geldi eve. Gece yarısına yakındı saat. Televizyonu açtı, tam karşısındaki kanepeye bıraktı boş bir çuvaldan farksız vücudunu. Bir film yakalarsa iyi giderdi bu saatte, uyumayı da kolaylaştırırdı. Yatsa da uyuyamazdı zaten. Hem işinden olmuştu bu hafta, hem sevgiliden. Zaten hep böyle üst üste gelir belalar. Kötülük tetikler birbirini.

Aklına geldi, ikinci kanalda eski klasik filmler olurdu, cumartesi geceleri. Daha da vakit vardı. Kalktı, kanal değiştirdi. Hah! Henüz reklamlar. Birazdan başlar. Bir fincan kahve gider şimdi. Bir de battaniye…

Gelene kadar başladı bile. Bulutlu ve karanlık bir gökyüzü, şimşekler çakıyor. Gök gürültüleri arasında bir diyalog: Melek olduğu anlaşılan ses “ne olur bana bir şans daha verin” diye yalvarıyor Tanrı olduğu anlaşılan sese. Meleğimiz bir önceki görevinde başarısız olup kanatlarını kaybetmiş. Onları geri kazanabilmek için zor bir görevi başarıyla tamamlaması gerekiyor. Tanrı sonunda ikna olur ve karlı bir noel gecesi, eski bir köprünün üstünde boynuna taş bağlayıp kendini sulara atmak üzere olan birini kurtarma görevini verir bizim meleğe.

Bir sonraki sahnede melek, intihar etmek üzere olan filmin başkahramanını ikna etmeye çalışır. Yöntemi tamamen, kahramanımızın çocukluğundan bu yana, yaşadığı küçük küçük olaylar ve neden olduğu rastlantıların hayatı nasıl biçimlendirdiğini ona göstermek üzerinedir. Eğer o olmasaydı, kardeşi, ailesi hatta o kasabadaki diğer insanların çok korkunç, trajedik hayatları olacağına varır iş.

Kendi çocukluğu geldi aklına. Filmin kahramanı da ailenin en küçüğüydü, o da. Her çocuğun en büyük hayali bir an önce büyümek olmalı diye düşündü. Daha iki yaşındayken kardeşi olan bir çocuk büyümüştür, “abi”, “abla” oluverir bir anda. Artık kardeşini koruma, kollama görevi onun üstündedir. Sorumluluk büyümenin en sağlam ve garantili yoludur. Ya kardeş yoksa? Boşuna çaba. Yaşı kaç olursa olsun asla büyümez en küçük çocuk. Hayat boyu bir imkânsıza ulaşma çabası da böyle başlar. Her söz, her davranış, hep “artık” büyüdüğünü ispatlamak içindir. Ama nafile! Büyükler asla kabul etmezler, çünkü bunu kabul ettikleri anda, aslında kendilerinin de yaşlandığını kabul etmek zorunda kalacaklar. Bu yüzden ömür boyu direnir büyükler en küçüğün büyümesine. Öyleyse en güzeli durumu kabul etmek ve tadını çıkartmak en küçük için.

            Daha 3 yaşındaydı ama artık büyüdüğüne çoktan karar vermişti, tek sorun bunu etrafa anlatabilmekti. Bir gün alt kat komşuları, birkaç yaş büyük oğluyla oynasın diye, annesinden izin alıp evlerine götürmüştü. Uzaktan akraba da oluyorlardı. Sık görüşüyorlardı, onu da çok severlerdi. Giriş katında oturuyordu komşu teyzeler. Eve girerken apartmanın dış kapısını gözüne kestirmişti bile. Evin abisini oyuna tutup, annesinin de mutfakta işe daldığını gördüğü anda önce daire kapısından, sonra apartman kapısından çıkıp babasının işyerine doğru tutuverdi yolu. Önce sokağı kat etti, pek işlek olmayan bir caddeyi geçtikten sonra, her zaman gezdikleri parka geldi.

Parkı gayet iyi tanırdı. Çarşıya gitmek için hep buradan geçerlerdi zaten. Üç yaşında bir çocuk için kocaman, yemyeşil bir alandı. İçinden, şehri ikiye bölen bir de çay geçerdi. Tahta köprülerin üzerinde, çayın içindeki balıklar da görünürdü. Tertemizdi su, mavi olmasa da yeşile yakın ama doğal bir rengi vardı. Parkın içindeki küçük yapay gölcükte, şaha kalkmış mermerden bir fil heykeli hortumundan su fışkırtırdı. Gene mermer bir yunus balığı havada uçarken ağzıyla yapardı aynı işi. Bazen su azalır ya da herhangi bir nedenle motorlar çalışmazsa, bu fıskiyelerin sesi çıkmayınca, kendini yalnız hisseder, çok üzülürdü nedense.

Köprülerden geçti, fil ve yunus balığına selam verdi, hedefe uygun biçimde yoluna devam etti. Aynı dakikalarda, evde panik ve telaş başlamıştı bile. Komşu teyze onu evde göremeyince hemen annesine koşmuş, orada da göremeyince hep beraber, önce apartmanda, sonra sokakta seslene seslene aramaya koyulmuşlardı. Komşu teyze üzüntüden apartmanın girişine oturmuş dizlerini dövmekle meşguldü.

Fakat, heyhât! Kader ağlarını örmüş bir kere… Tam parkı terkedip, bilinmeyen bir geleceğe yelken açacaktı ki, parkın o dar yollarında karşısına mahalleden bir ağabey çıkıverdi ve bütün hayatı değişti… Abi görür görmez, şaşkınlıkla kucağına aldı “nereye?” diye sordu. O da gayet doğal ve kendinden emin bir edayla “babamaaaa” deyiverdi.
Yalnız mı?
Eveeeet!
Abi hiç bozuntuya vermeden oyuna dahil olur ve “aaa ne güzel ben de oraya gidiyorum, hadi beraber gidelim” diyerek, elinden tutar ve birlikte ana caddeyi geçtikten sonra, kaldırımdan epeyce yürüyerek  babanın işyerine ulaşırlar salimen.

Kapıdan girer girmez, koşa koşa babasının kucağına atılır ufaklık. Baba meraklı gözlerle anneyi arar etrafta, ama görünür tek tanıdık mahallenin delikanlısıdır. Durum anlaşılınca, hemen evi arar telefonla. O yıllar cep telefonun hayali bile kurulamazken, her evde de telefon bulunmaz, dolayısıyla komşu evdeki telefondan anneye ulaşır. Baba “oğlan ne yapıyor?” diye sorar. Anne de “buralarda, oynuyor” diye sesi titreyerek cevaplar, sözde bozuntuya vermemeye çalışarak. Neyse ki durum anlaşılır ve rahatlar herkes.

İnsan Tanrı’yı böyle günlerde melekler göndersin diye yaratmış olmalı. Böyle doğru zamanda doğru yerde olma anlarına da ‘kader’ deniyor olsa gerek” diye düşündü uykuya dalmadan önce. Geçen hafta başına gelenleri unutmuştu bile çoktan. Yarın sabah doğacak güneşi düşünürken rüya görmeye bile başlamıştı: Sahnede kalabalık bir koroda, üstünde smokin, elinde bir librettoyla opera söylerken gördü kendini rüyasında…


“Ey Kader!
Döneksin ay gibi,
hep büyüyen veya küçülen.
Menfur hayat önce zulmeder,
sonra teselli, istediği gibi,
sefaleti de kudreti de eritir buz gibi.”