8 Mayıs 2015 Cuma

Festina lente (*)

Sigarasını söndürüp bindi otobüse. Bir gazete ve bir dergiyi çıkartıp çantasından ön koltuğun cebine koydu, el çantasını da yerleştirdi üst göze. Artık yola koyulabilirdi. Saatine baktı, beş dakika daha vardı otobüsün kalkmasına. “Bir sigara daha mı içsem acaba?” diye düşündü, vazgeçti. Karşıdaki dönerciye takıldı gözü. Bundan dört ay önce, o beş yıllık geçmişin karabasanını sırtına yükleyip geldiğinde, sabahın kör seherinde otobüsten inmiş ve orada kahvaltı etmişti, iki poğaça bir çayla.

Daha yirmi dört yaşında bunca yükü taşıyabilir mi bir insan? Taşıyor işte mecbur kalınca. Hayata pamuk ipliğiyle değil de, bir sürü ipin birbirinin üstüne dolanarak sarılmış bir halatla bağlı olunca insan dayanabiliyor her türlü sıkıntıya. Aşk acısı, yıllar boyunca büyütülmüş bütün umutların bir anda suya düşmesi, ilk gençlik hayallerinin bir gecede kırılıp un ufak olması, zifiri karanlığın içindeyken, en yakınında sandığı, dost bildiklerinin aslında çok uzakta olduğunu, en güvendiği, dağ gibi sırtını dayadığı ailesinin bile, kendi bildiği dilde konuşamıyor olduğunu ayrımsadığı anda, kapkaranlık, çok derin bir kuyunun içinde buluvermişti kendini. Küçücük bir ışık için kibrit yakmaya bile mecali kalmamıştı onca kakofoni içinde.

Çalıştığı firmanın patronu yeni bir ihale alıp, bu zengin sahil kasabasına “gider misin?” diye sorduğunda, tereddüt etmesi için hiçbir neden yoktu. O büyük şehirde, yıllardır var ettiği bağların hiç biri, bu teklifi reddetmesi için yeterli değildi. Bir anda kararını verip, hiç düşünmeye bile ihtiyaç duymadan “giderim tabii ki” demişti. Onca yıkıntıyı ardında bırakıp, kafasını çevirip bakmaya bile gerek duymadan, ertesi gün düşmüştü yola.

Burada kaldığı dört ay boyunca son beş yılını filtreden geçirdi. Kendine hiç acımadı, acıması için bir neden yoktu zaten. Duvara çarpmış ve duvar yıkılmıştı. Aslında beş yıl boyunca emekle örmüştü o duvarı ama olsun, o çarpmasa gene yıkılacaktı, hem o zaman, altında bile kalabilirdi yıkıntının. Kaybedecek hiçbir şey olmadan, kendine küsmesi için hiçbir neden yokken, bütün hesaplaşmalarını yaptı geçen dört ay içinde; hem kendisiyle, hem geçmişiyle, hem çevresiyle. Suçları değil, sebepleri yakalamaktı derdi. Büyük şehrin o cehennem kalabalığında mümkün değildi bu sorgulama. O mahşerin içinden çıkan her parazit yeterliydi kaytarmak için. Neyi yanlış yaptığı değildi derdi, yaşanan yaşanmış, ödenecek fatura çıkmıştı ortaya. Artık, bundan böyle, nerede, ne yapmaması gerektiğini öğreniyordu. Yaşananlar öğrenmenin bedeliydi zaten. Her şey böyle değil miydi hayatta? Bütün bir yaşam, tercihlerimizin bedelini ödemekle geçmiyor mu?

Gözü hâlâ karşıdaki dönercideydi. Çakılıp kalmıştı bakışı ama zihni o geçen dört ay boyunca yaptığı hesaplaşmaların bilançosundaydı. İşte tam o sırada fark etti koşa koşa, telaşla otobüse doğru koşan çifti. Elele koşarmış gibi ama aslında uçarak geldiler otobüse. İkisinin de dudaklarının gamzesi neredeyse kulaklarındaydı bindiklerinde. Kıkırdayarak yerleştiler bir öndeki koltuğa. O kadar rahat, neşe ve hayat doluydular ki, otobüs kaçmış olsa bile arkadan uçarak yetişirlerdi nasıl olsa. Aşk böyle bir şey işte. Bilmez mi? Otobüsün saatini bile unutturur insana.

Yok, kıskançlık değil, hayranlıktı hissettiği gençlerin mutluluğunu görünce. Hak edilmiş bir mutluluktu, gözlerin ışıltısından belliydi. O da hak ediyordu bu mutluluğu, emindi ama üst üste gelen şanssız rastlantılar, şimdilik ertelemişti yüzündeki gülücükleri. İşte birazdan, otobüs hareket edecek ve o hak ettiği mutluluğa ulaşacağı yeni bir yaşama ulaştıracaktı sabaha. Yol birkaç saatti ama buraya geldiğinden beri beyninin kıvrımlarında dolaşan filmler birbiri ardında geçiyordu aklından şimdi. O mutlu genç çiftin ön koltuğa yerleşmesiyle birlikte otobüs harekete geçmişti aslında ama dört ay boyunca zihninde yaptığı beş yıllık hesaplaşmayı o bir kaç saniye içinde yeniden gözden geçirdi; kararlarını da elbette.

Buraya gelirken sırtını kambur yapan karabasan yükün yerinde geçmişin hesaplaşmasıyla büyüyen kanatları vardı artık. Hayata ve geleceğe dair bütün kararlarını gözden geçirdi. Artık dönünce nerede, ne yapmaması gerektiğini çok iyi biliyordu ve hayata yeniden başlarken yavaş yavaş acele etmesi gerektiğinden de emindi. Hemen kalemini çıkarttı, aklındaki dizeleri koltuk cebine koyduğu derginin arka sayfasına yazmaya başladı:


Ardımda koca bir deniz,
maviden beyaz kara bir deniz.

Gemileri yanmış uçsuz bir deniz,
dalgaları külden engin bir deniz.

Coşkun yakamozları karanlık bir deniz,
ay ışığından parlak perili bir deniz.

İçinde benliğim kurutulmuş deniz,
gelecek yağmurda ben ve deniz, ikimiz.


(*) Festina lente: Erasmus’un çok sevdiği, “yavaşça acele et” anlamında latince bir özlü söz.


Can ÇINAR, İstanbul, 8 Mayıs 2015