Sigarasını
söndürüp bindi otobüse. Bir gazete ve bir dergiyi çıkartıp çantasından ön
koltuğun cebine koydu, el çantasını da yerleştirdi üst göze. Artık yola
koyulabilirdi. Saatine baktı, beş dakika daha vardı otobüsün kalkmasına. “Bir
sigara daha mı içsem acaba?” diye düşündü, vazgeçti. Karşıdaki dönerciye
takıldı gözü. Bundan dört ay önce, o beş yıllık geçmişin karabasanını sırtına
yükleyip geldiğinde, sabahın kör seherinde otobüsten inmiş ve orada kahvaltı
etmişti, iki poğaça bir çayla.
Daha yirmi dört
yaşında bunca yükü taşıyabilir mi bir insan? Taşıyor işte mecbur kalınca.
Hayata pamuk ipliğiyle değil de, bir sürü ipin birbirinin üstüne dolanarak
sarılmış bir halatla bağlı olunca insan dayanabiliyor her türlü sıkıntıya. Aşk
acısı, yıllar boyunca büyütülmüş bütün umutların bir anda suya düşmesi, ilk
gençlik hayallerinin bir gecede kırılıp un ufak olması, zifiri karanlığın
içindeyken, en yakınında sandığı, dost bildiklerinin aslında çok uzakta
olduğunu, en güvendiği, dağ gibi sırtını dayadığı ailesinin bile, kendi bildiği
dilde konuşamıyor olduğunu ayrımsadığı anda, kapkaranlık, çok derin bir kuyunun
içinde buluvermişti kendini. Küçücük bir ışık için kibrit yakmaya bile mecali
kalmamıştı onca kakofoni içinde.
Çalıştığı
firmanın patronu yeni bir ihale alıp, bu zengin sahil kasabasına “gider misin?”
diye sorduğunda, tereddüt etmesi için hiçbir neden yoktu. O büyük şehirde, yıllardır
var ettiği bağların hiç biri, bu teklifi reddetmesi için yeterli değildi. Bir
anda kararını verip, hiç düşünmeye bile ihtiyaç duymadan “giderim tabii ki”
demişti. Onca yıkıntıyı ardında bırakıp, kafasını çevirip bakmaya bile gerek
duymadan, ertesi gün düşmüştü yola.
Burada kaldığı
dört ay boyunca son beş yılını filtreden geçirdi. Kendine hiç acımadı, acıması
için bir neden yoktu zaten. Duvara çarpmış ve duvar yıkılmıştı. Aslında beş yıl
boyunca emekle örmüştü o duvarı ama olsun, o çarpmasa gene yıkılacaktı, hem o
zaman, altında bile kalabilirdi yıkıntının. Kaybedecek hiçbir şey olmadan,
kendine küsmesi için hiçbir neden yokken, bütün hesaplaşmalarını yaptı geçen
dört ay içinde; hem kendisiyle, hem geçmişiyle, hem çevresiyle. Suçları değil,
sebepleri yakalamaktı derdi. Büyük şehrin o cehennem kalabalığında mümkün
değildi bu sorgulama. O mahşerin içinden çıkan her parazit yeterliydi kaytarmak
için. Neyi yanlış yaptığı değildi derdi, yaşanan yaşanmış, ödenecek fatura
çıkmıştı ortaya. Artık, bundan böyle, nerede, ne yapmaması gerektiğini
öğreniyordu. Yaşananlar öğrenmenin bedeliydi zaten. Her şey böyle değil miydi
hayatta? Bütün bir yaşam, tercihlerimizin bedelini ödemekle geçmiyor mu?
Gözü hâlâ
karşıdaki dönercideydi. Çakılıp kalmıştı bakışı ama zihni o geçen dört ay
boyunca yaptığı hesaplaşmaların bilançosundaydı. İşte tam o sırada fark etti koşa
koşa, telaşla otobüse doğru koşan çifti. Elele koşarmış gibi ama aslında uçarak
geldiler otobüse. İkisinin de dudaklarının gamzesi neredeyse kulaklarındaydı
bindiklerinde. Kıkırdayarak yerleştiler bir öndeki koltuğa. O kadar rahat, neşe
ve hayat doluydular ki, otobüs kaçmış olsa bile arkadan uçarak yetişirlerdi
nasıl olsa. Aşk böyle bir şey işte. Bilmez mi? Otobüsün saatini bile unutturur
insana.
Yok, kıskançlık
değil, hayranlıktı hissettiği gençlerin mutluluğunu görünce. Hak edilmiş bir
mutluluktu, gözlerin ışıltısından belliydi. O da hak ediyordu bu mutluluğu,
emindi ama üst üste gelen şanssız rastlantılar, şimdilik ertelemişti yüzündeki
gülücükleri. İşte birazdan, otobüs hareket edecek ve o hak ettiği mutluluğa
ulaşacağı yeni bir yaşama ulaştıracaktı sabaha. Yol birkaç saatti ama buraya
geldiğinden beri beyninin kıvrımlarında dolaşan filmler birbiri ardında geçiyordu
aklından şimdi. O mutlu genç çiftin ön koltuğa yerleşmesiyle birlikte otobüs
harekete geçmişti aslında ama dört ay boyunca zihninde yaptığı beş yıllık
hesaplaşmayı o bir kaç saniye içinde yeniden gözden geçirdi; kararlarını da
elbette.
Buraya gelirken
sırtını kambur yapan karabasan yükün yerinde geçmişin hesaplaşmasıyla büyüyen
kanatları vardı artık. Hayata ve geleceğe dair bütün kararlarını gözden
geçirdi. Artık dönünce nerede, ne yapmaması gerektiğini çok iyi biliyordu ve
hayata yeniden başlarken yavaş yavaş acele etmesi gerektiğinden de emindi. Hemen
kalemini çıkarttı, aklındaki dizeleri koltuk cebine koyduğu derginin arka
sayfasına yazmaya başladı:
Ardımda koca bir deniz,
maviden beyaz kara bir deniz.
Gemileri yanmış uçsuz bir deniz,
dalgaları külden engin bir deniz.
Coşkun yakamozları karanlık bir deniz,
ay ışığından parlak perili bir deniz.
İçinde benliğim kurutulmuş deniz,
gelecek yağmurda ben ve deniz, ikimiz.
(*) Festina
lente: Erasmus’un çok sevdiği, “yavaşça acele et” anlamında latince bir özlü söz.
Can ÇINAR, İstanbul, 8 Mayıs 2015