Bu sandığı götüremeyeceğim. Diğer eşyaların çoğu gibi bunu da bırakmam gerekiyor. Yaşı neredeyse yüz elliye yakın. Kaç ev gezdi? Kaç şehir gördü? Anneannemin emaneti. Evlenirken çeyiz sandığıymış. En sonunda bende kaldı işte. Torunlara bırakmak yerine, içindekileri mahallenin sosyal merkezine götüreceğim. Orada vitrin içinde sergileyecekler. Herkesin olacak artık. Öyle yaşasın anneannemin anısı da.
Üç yıl önce, karaciğer nakli sonrası, “en az on yıl daha yaşarsın” dedi doktorlar. Daha önce, damarlar değiştiğinde motoru da yenilemiş olmuştum. Babam ölmeden on yıl önce, baypas ameliyatı sonrasında, “motor rektifiye oldu” demişti. O zamanlar yapay organlar üretilmiyordu henüz. Son elli yılda kök hücre kullanarak yapılan, doğala eşdeğer, yapay organ üretme yeteneği insanlık tarihinin en değerli buluşu olsa gerek. Çocukluğumda “yaş otuz beş, yolun yarısı” diyen şair bugün yaşasaydı “yaş otuz beş, henüz ergen olduk” diye yazardı o şiiri.
Yeni sosyal dayanışma yasasına göre, yüz yaşını geçenler her mahallede, yerel yönetimlerin denetiminde mahalle dayanışma merkezlerine yerleşmeye başladılar. Ben de bu babadan kalma evi torunlara terk edip gideceğim. Önceleri istememiştim ama yetmiş yıllık iki can dostla birlikte karar verdik gitmeye. Yeme, içme, temizlik derdi yok. İstersen mutfağı kullanıp kendi yemeğini yapabiliyorsun, istemezsen de zaten çok lezzetliymiş yemekler. Arka bahçede de doğal tarım yapılıyor zaten, kendi sebzeni yetiştirebiliyorsun, sera bile yapmışlar. Haftada iki gün, hep birlikte olmak koşuluyla içki de var, hem de deniz manzaralı terasta.
Odalar küçük, herkese yetecek kadar. Fazla eşyaları kabul etmiyorlar. Sadece giysiler ve dolabın alabileceği kadar birkaç özel anı eşya. Her odada yeterli boyutta birer hologramlı ekran var. Şifresini tanımlayınca, kol içindeki elektronik yongayla kablosuz bağlantı kurulabiliyor ve her türlü iletişime izin veriyor. Hem televizyon, hem görüntülü telefon, hem bilgisayar oluyor ekranı.
‘Miras’, ‘kullanma hakkı’ olarak yeniden tanımlandığında, paylaşılamayan eski yapılar kamu yararına kullanılmak üzere yerel yönetimlere devroldu. Sahildeki o eski lüks otel binası da sosyal dayanışma merkezine dönüştü. Merkezde kalmak üzere gelenler, kitaplarını kendi adına kaydederek yandaki kitaplığa veriyor. Eski bir Osmanlı paşasının köşkü restore edilip, gene bu merkezin kontrolünde, halka açık bir kütüphane ve bilgiye erişim merkezi yapıldı. Bütün ilçe yararlanabiliyor artık.
Elli yıl önce bu olanaklara sahip olmak için çok zengin olmak gerekiyordu. Herkes canla başla çalışıyordu yaşlanınca ele güne muhtaç olmamak için. O, hayat gailesi denen kaosun içinde, ne olduğunu bile anlamadan yaş alıp duruyorduk. Tam emekli olup, kenara çekilecekken de vücut arızaları başlıyordu sırayla. O hayata direnebilenler bugüne kadar gelebildi.
Dünyanın kaderi 2032’deki küresel krizle değişti. Bütün parasal zenginlik sadece yüz küsur ailenin elinde birikince, artık paranın para kazanma yeteneği kayboldu. O koşullar altında, elde ya da bankalarda birikmiş paranın da hiçbir geçerliliği kalmadı. Dünyada her şey satılık olunca ve artık alıcı da kalmayınca, her şeyin parasal değeri de yok oldu. İnsanın doğaya ve kendine dönüş çağı başladı. Tam da bu krizin ardından, arka arkaya gelen depremler ve su taşkınları sonrası, doğa yüzyıl boyunca insanın kendinden çaldığı her yeri geri aldı. Hayat dengesini yeniden buldu sonunda.
İyi ki dostlar var. O ağır koşullardan başka türlü sağ çıkamazdık. Gidenler gitti ne yazık ki, ne çok üzüldük, ne çok ağladık gidenlerin ardından. Bugün bu yaşta hâlâ var olmayı becerebiliyorsak dostlarla birbirimize tutunabilmeyi başardığımız içindir. Bundan sonra da öyle olacak, yaşadık ve öğrendik. Şimdi artık bunun tadını çıkartma günlerindeyiz, yine sımsıkı sarılarak birbirimize.
Sandığı boşalttım. Oyalı allı-morlu başörtüleri, iki seccade ve kehribar tespihler, elde tığla işlenmiş sehpa örtüleri, kenarları dantel işlemeli ipeğimsi mendiller, rengârenk havlular. Bu nasıl bitmez tükenmez kokudur? Her havlunun içine sabunlar koymuş anneannem, belki de annem. Yüz yıldan fazla sürebilir mi bir sabunun kokusu? Gül ve lavanta kokusunu tanıyorum. Diğerleri de çok hoş kokular ama tanımlayamadım.
Renkli bir havlunun içinden bir paket düştü önüme. Ben daha çocukken bakkallarda kesekâğıdı olurdu. O zamanlar plastik torbalar daha girmemişti hayatımıza. İşte öyle bir kâğıda sarılmış, iple de bağlanmış bir paket. İpi tutunca elimde kaldı, ufalandı, çürümüş çoktan. Kâğıt da incelmiş iyiden iyiye, katları yapışmış birbirine ama dokununca parçalanıyor. Yuvarlak, teneke bir kutu elimde. Kapağında bir “gamalı haç” resmi. Unutmuşum bu sembolü, oysa gençlik yıllarımızda ne çok çıkardı karşımıza. Kitaplar, filmler, oyunlar, eski siyah beyaz fotoğraflar; o korkunç savaş yıllarının simgesi. Resmin üst tarafında “seife”, altında da yunanca bir şey yazıyor. Kablosuz gözlüğümü taktım, tarayıcısıyla görüntüyü sorgulattım internet üzerinden. Hemen geldi cevap, yunancası da “sapoúni” diye okunuyormuş. İkisi de ‘sabun’ demek yani. Daha da arttı merakım. Kapak paslanmış, neredeyse kaynamış kutuya. Zor oldu ama bıçağın ucuyla kanırtıp açıverdim. Garip, tanımadık bir koku yayıldı ansızın, genzimi yaktı bir an. Yuvarlak, rengi sarıya kaçmış bir sabun çıktı kutudan. Üstüne de bir kartal resmi basılmış. Kupkuru. Yüz yıldan fazladır hiç hava almadan, nemlenmeden kalmış kapalı kutunun içinde. Elime aldım, acayip bir his dolaştı bedenimde, elektrik akımı sanki. Sabunun altında, kutunun içinde dörde katlanmış bir de kâğıt var. Açtım. Eski türkçe, rengi mora yakın sabit kalemle bir yazı. Hemen taradım, gönderdim; “unutulmasın diye” yazılmış. Anneannem yazmış olmalı. Yeni türkçeyi bilmezdi. Savaşa kadar gidebilmiş okula, eski türkçe okuryazardı.
Daldım... Kalakaldım… On bir yaşım geldi aklıma… O zaman anlatırdı, savaş yıllarından sonra, işgal bittiğinde Ege’nin öte tarafından gelen akrabaları. Onlardan kalma, bugüne bir hediye mi acaba bu sabun? O an karar verdim. Sahilde, iskelenin yanında, yeni açılacak olan “geçen yüzyıl” müzesine teslim etmeli bu kanlı fosili. Açılışa komşu Tsipras'ın çocuklarını da çağırmalı mutlaka. Bunu görmeliler. O köhne dünyanın kilit taşına ilk kazmayı babaları vurmuştu, dedelerinin dinmeyen acısıyla. Yeni denge çağının yeniden doğuşu da yine bir Akdeniz güneşiyle orada başladı, tam elli yıl önce.
![]() |
Sevgili AYDAN ÇELİK'ten... Unutulmasın diye... |