İnsanın
aklı torba değil ki büzesin…
Beyin damarlarının vanası yok ki kısasın…
Zihin
bu, her şeyden tahrik oluyor, her kokudan nem kapıyor…
Hâliyle insanın aklına
türlü türlü sorular düşüyor…
Hele ki bu sıkıcı, alışmamaya çalıştığımız, korku
dolu, yalıtımlı pandemi günlerinde…
Şu iki olasılık
kafamı kurcalayıp duruyor ne zamandır: Birincisi, gerçekte son yıllarda, hemen
hemen her mevsim geçişinde haber konusu olan, yaygın ve salgın grip vakaları
arasında, geçtiğimiz ocak ayı içinde Çinli bir doktor “Covid-19” diye tabir
edilen, yeni nesil, mutasyonlu bir virüsü “tespit” etmiş olmasaydı; ikincisi bu
sürecin devamında Dünya Sağlık Örgütü, özellikle yaygın medya, hatta sosyal
medya ve gelişmiş ülke hükümetlerinin etkisi altında söz konusu salgının tanımını
“küresel pandemi” olarak nitelendirmemiş olsaydı, şu anda nasıl bir hayat
yaşıyor olacaktık acaba?
Yılbaşından
bu yana dünyada, son iki-üç aydır da ülkemizde yaşanan sürecin özeti şu: dünya
istatistiklerine göre, salgının yaygın olduğu gelişmiş ülkelere ve yayılmanın
düşük olduğu görece az gelişmiş coğrafyalara bakıldığında, her iki durum
arasında çok çarpıcı ve dramatik farklar olmadığı kesin… Evet, başlangıçta yaygın
bir korku, endişe ve kaygıyla, hep geçmiş yüzyılların veba, İspanyol gribi gibi
pandemik vakalar örneğine bakarak pek çok ülke hayatı durdurma kararı verdi ve
dünya üstünde hayat durdu, milyarlarca insan evine kapandı…
Peki ya
kapanmasaydı?
Hastalığın
yarattığı somut verilere bakılırsa, bu hastalık özellikle bağışıklık sistemi
zayıf, kronik hastalığı olan, özellikle de 50-60 yaş üstü nüfusta için ölümcül
olabiliyor. Pek çok kişiyse, ki neredeyse hastalığa yakalananların %95’i kısa
süreli bir tedavi sonrasında iyileşiyor. Peki son yıllarda, sıklıkla, hepimizin
geçirdiği mevsimsel grip vakalarından farkı ne bu verilerin?
Öyle
anlaşılıyor ki, “Covid-19” virüsü diğer virüslerden ayırt edilmiş olmasaydı ve
dünya sağlık örgütü “küresel pandemi” ilan etmemiş olsaydı, muhtemelen şu anda
bizler de, tüm dünya da olağan yaşam mücadelesine devam edecek, büyük bir
çoğunluğumuz yine bir mevsimsel grip geçirmiş ve yeniden hayata dönmüş
olacaktık. Hatta belki de pek çoğumuz Türkiye’de resmi olarak salgının ilân
edildiği 11 Mart tarihinden önce bu ya da benzer bir grip vakasını atlatmış durumdayız…
Hem ülkede hem de dünyada genel sağlık istatistiklerine bakıldığında, belki
toplam ölüm oranlarında %1 gibi, olağan seviyede bir artışla karşılaşacaktık.
Bu süreçte de pek çok ölüm vakası, daha önceleri de olduğu gibi, grip etkisiyle
de olsa, kalp, organ ya da solunum yetmezliği ve benzeri bilinen olası diğer
sebepler olarak kayıtlara, istatistiklere geçmiş olacaktı.
Elbette,
olası senaryolar hep spekülatif yorumlar olacaktır. Olası sonuçları asla kesin
olarak bilemeyeceğiz. Doğru nedir arayışındaysak eğer, gerçek olan, somut,
verili duruma bakmak gerek.
Peki bu yaşananlarla ne değişti? Kritik soru bu
olmalı…
Küresel
pandemi ilânı dünyada, özellikle de “gelişmiş” diye nitelenen, batılı “görece” demokratik
ülkelerin yönetim biçimlerini ciddi olarak etkiledi. Sosyal medya etkisiyle de
üstel olarak, son derece büyük bir hızla artan bir “küresel korku pandemisi” sayesinde,
normal koşullar altında adı bile telaffuz edilemeyecek olan, önlemler(!) hızla
hayata geçirildi. Demokrasi adı verilen, ülke yönetimlerinin karar alma
süreçlerindeki örgütlü katılım mekanizmaları, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da
da devre dışı bırakıldı… ve hepsinden önemlisi tüm bu özgürlük kısıtlamalarına
müthiş bir “toplumsal rıza” sağlanmış oldu.
Habermas
ve benzeri çağdaş sosyal bilimcilere göre, “geç
kapitalizm çağı” olarak tanımlanan çağımızın tek ayırt edici karakteri
ekonomik ve sosyal krizler değil, bunlardan çok daha fazlasıyla bir motivasyon
ve meşruiyet krizidir(*). Küresel sermayenin kendini yeniden üretebilmesi için,
giderek daha sürdürülemez hâle geldikçe, mevcut büyüme ve kâr mekanizmalarının
çaresiz ve yetersiz kaldığı yerlerde, devlet ve iktidarların bunun için aldığı
önlemlere çalışan geniş halk yığınlarının rıza göstermemesi küresel sistemin en
büyük kriz nedeni hâline geldi.
Bugün
sadece Türkiye değil, dünya ekonomisine bakıldığında, boyutları çok daha büyük,
1929 buhran yıllarının özellikleriyle benzerlikler kurmak mümkün. 1929 Büyük
Buhran’ını, kapitalizm, 1930’lu yıllarda ulus devletlerin totaliterleşmesi ve
devamında da dünya pazarlarının yeniden paylaşılmasını sağlayan bir dünya
savaşıyla aşmıştı. 30’lı yılların totaliter rejimlerinin büyümesi ve
güçlenmesiyse ancak ve ancak yoksullaşan geniş halk yığınlarının toplumsal
rızası sayesinde olmuştu. Bu rızayı sağlayan en büyük etkiyse elbette ki salınan
korkuydu.
Başımıza
gelen bu “küresel pandemi” felaketinin en fazla ses getirdiği coğrafyanın, salgının
en çok yayıldığı kentlerin, Wuhan, Milano, Madrid, New York, İstanbul gibi, endüstriyelleşmiş,
teknolojik metropoller olması hiç şaşırtıcı değil. Elbette ki nüfusun dar bir
alanda sıkışmış olması virüsün yayılmasında önemli bir etken, ama aynı zamanda küresel
kapitalizmin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli karar alma süreçlerinin de
merkezleri konumunda olması da rastlantı değil. Bu metropollerde yaşanan
korkunun, bundan sonrasında tüm dünyaya yönelik atılacak yeni totaliter
adımların meşruiyet merkezleri olacağı da şimdiden öngörülebilir.
Şimdi,
artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı konuşuluyor.
Evet, tarih boyunca kritik
dönüm noktalarından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ateş bulunduğunda,
tekerlek icat edildiğinde, ilkel tarım ortaya çıktığında, sanayi devrimi
sonrasında, Avrupa’da veba salgınından sonra, iki dünya savaşından sonra
dünyada hiçbir coğrafyada, hiçbir toplum eskisi gibi yaşamadı. Dönemin yeni
ihtiyaçları, yeni davranış biçimleri, dolayısıyla yeni yönetim biçimleri ortaya
çıktı. Ama hiçbir toplumsal yaşam biçimi ve devamında da egemen yönetim
sistemleri, ekonomik zenginliğin üretim ve paylaşım rejimleri toplumsal rıza ve
kabule rağmen gerçekleşmedi. Bundan sonra da öyle olacak elbette…
Yeni
düzen ne getirecek göreceğiz… Ama şimdiden belli olan, yeni dünya ve yeni çağın
toplumsal işaretleri var: artık daha az yan yana geleceğiz, sarılmak, öpüşmek
gibi aşırı(!) insanî davranışlar olmayacak, yüz yüze ilişkiler yerini “online”
iletişime bırakacak, daha fazla su, sabun, deterjan ve dezenfektan tüketeceğiz,
ne amaçla olursa olsun, yolculukların maliyeti artacak, zorunlu olmadıkça bir
yerden bir yere gitmeyeceğiz, bunun yerine elimizdeki son teknoloji iletişim
araçlarıyla ulaşacağız her yere, yolculuklarımız da sanal (hatta astral) olacak
daha çok, alışverişlerimizi büyük market ve semt pazarlarımızdan daha az
yapacağız, internet siparişleri hayatı zaten kolaylaştıran etkiler… Yani fiziksel olarak daha fazla yalnızlık
ama daha fazla sosyallik yanılsaması bizi bekliyor…
Devamında
da daha yeni iş alanları ortaya çıkacak gibi görünüyor. Daha hızlı iletişim,
daha fazla kodlama, daha çok yazılım, daha robotik çözümler, yapay zekâ
teknolojisi, otomatik tarım süreçleri, insansız fabrikalar ve benzeri
tekniklere yönelik fiziksel emekten çok zihinsel üretime dayalı üretim
etkinlikleri değerlenecek, elbette bu alanlara yatırım yapan sermaye de kendini
yeniden ve çok daha fazla üretme fırsatı bulacak.
Korkunun,
virüsten korkmanın ecele faydası var mı?
Onu bilemem ama yaratılan ve el birliğiyle
çoğalttığımız korkunun yeniden biçimlendirilen dünyanın meşruiyetini şimdiden
sağlamak için bulunmaz bir fırsat olduğu açık… Asıl olan yeni dünya düzeninde ve
yeni zamanlarda bizler, sıradan ve üretken yurttaşlar, neye rıza göstereceğiz,
özgürlüklerimizden ne kadar vazgeçeceğiz, binlerce yıllık özgürlük, demokrasi
ve hak mücadelesinden ne kadar uzağa düşeceğiz… Bunu şimdiden öngörmek çok zor…