30 Mart 2015 Pazartesi

AŞKIN AYNASI

Zamanın birinde, bir varıp bir yokken,
Nice canlı, canla başla yaşamaya çabalarken,
Henüz çöller çöl kalıp, buzullar erimemişken,
Yazla kışın arasında baharlar gülerken,
Sular seller gibi, karlar çığlar gibi akarken,
Güneş sıcağını, ay ışığını saklamazken,
Develer çığırtkan, pireler zangoçken,
Çimenler sessizce uyur, filler tepişirken,
Bir beşikte yedi nesli tıngır mıngır sallarken,
Büyükler küçüklere masallar anlatıp,
Küçükler büyükleri aynalarla uyandırırken,
Elele yollara düşüp ağaç gölgelerine sarılırken

Gencecik bir salyangoz usulca doğrulup çıkarttı antenlerini kabuğundan. Bu kışı da atlatmıştı donmadan. Hayat uyanış kokuyordu. Nemli tazeliği içine çekti bir nefeste.

Artık uyanabilirdi.

Sonsuzluğa sarıldığı o altın kabuğundan, her karesini vücudunun ıslaklığıyla usulca öperek sıyrıldı. Seyrelmiş otların nemine bıraktı tüm bedenini, huzurla. Üstündeki gül ağacı, yapraklarıyla koruyordu toprağın nemini güneşten. Tomurcukları bile daha göstermemişti kendini. Sabırla ilerledi bir dal boyu uzunlukta. Sadece kendi hışırtısıydı duyulan yol boyunca.

Dört bir yana bakıyordu her göz, baharı görmek ve tehlikeyi sezmek için. Evini ömür boyu yanında taşıyanlara hem kolay, hem zordur hayat. Oldukları yere bağlayan bir şey yoktur onları. Gönüllerinin çektiği her yerde istedikleri kadar yaşayabilirler. Kaybedecekleri bir bağları yoktur mekânla. Ama kendini, hayatlarını oldukları yere bağlayan her canlı tehlikelidir, özellikle de iki ayaklı olanlar. Gözü hep uzaklarda, erişilmez olanda, ayaklarının bastığı yeri görmeyen canlılar her an o altın kabuğu başına yıkabilirlerdi.

Bir an durdu. Karşıdaki yasemin ağacının gövdesinde görmüştü onu. Ağacın kokusu muydu? Baharın tazeliği mi? Yoksa aşk mıydı çağıran? Belki de hepsiydi. Topladı kendini. Gerindi ve bütün enerjisiyle ilerledi ağaca doğru. Evet, o da fark etmiş ve tırmanmaktan vazgeçmişti. Onu bekliyordu, kuşku yoktu. Taze bahar kokusu ikisini de teslim almıştı artık. Aslında başka birine ihtiyaçları yoktu ama hayata birlikte hayat katmaktan daha hayat dolu ne olabilirdi ki?

Yaklaştıkça, bahar aşkı da ağaçtan inmeye başladı. Yasemin ağacının dibinde, sabahın seherinde, nemli yosunların arasında saatlerce süren bir dansa başlayabilirlerdi artık. Önce antenler kavuştu birbirine, bize göre dakikalar, onlara göre saatlerce sürdü geçişmeleri. Göğsünden çıkarttığı eros okunu sevgilisinin göğsüne sapladığında, öylesine şiddetle sarılmışlardı ki birbirlerine, sonsuza kadar bıkmadan yaşayabilecekleri sarhoşluk sağır etmişti artık ikisini de.

Bildikleri, tanıdıkları, onlara yağmuru, hayatı getiren gök gürültüsü değildi o ses, çünkü bitmiyordu. Gök bile önce gürler, haber verirdi gelecek yağmuru. Oysa bu ses, şiddetle, kesintisizce gürleyerek devirdi koca yasemin ağacını, sonsuza ulaşmak için birbirine bağlanmış, tek olmuş çiftin üstüne. Hiç sesleri çıkmadı. Duymadılar bile o gürültüyü. İkisi de kapattı gözlerini. Bütün güçleri ve yumuşaklığıyla daha da sarıldılar birbirlerine. Sadece hayata hayat katmaktı dertleri o sevgi yumağı içinde, ama binlerce yıldır evini arayan o iki ayaklı, sevginin düşmanı yaratıklar yıkıvermişti evlerini başlarına, bir anda.


Can Çınar, 30 Mart 2015, İstanbul,