16 Aralık 2015 Çarşamba

Tarih tekerrür eder mi?..

Tarih tekerrürden ibaret falan değildir... Bazen tekrar gibi görünenin arkasında bambaşka bir gerçeklik vardır...

Türkiye Cumhuriyeti’nin son 50 yıllık yakın tarihi “KATLİAMLAR TARİHİ”dir. Ne zaman ki, halkın içinden çıkan, emekten, demokrasiden, barıştan yana siyaset güçlenip, örgütlü biçimde başını gösterdiyse, devletin 100 yıllık egemenlerinin statükoyu korumak için başvurduğu yöntem, her defasında, bir seri katliamlar zinciriyle korkuyu egemen kılıp, sistemin vazgeçilmezliğini kitlelerin kafasına işlemek oldu.

İşte, cumhuriyetin son 50 yıllık, yakın tarihinin periyodik katliamlar kronolojisi:

1965: Seçimlerde Türkiye İşçi Partisi’nin 15 sosyalist milletvekiliyle meclise girmesi… İzleyen tarihlerde, 1960 anayasasının sağladığı kısmî de olsa demokratikleşmeyle birlikte sınıf sendikacılığının gelişmesi ve sosyalist siyasetin özelikle gençlik içinde yaygınlaşması... 

Sonrasında:

¡1969, 16 Şubat; İstanbul Taksim meydanında, ABD 6. Filosunun protesto  eden gençlere saldırı; 2 ölü…

¡1971, 31 Mayıs; Nurhak katliamı, THKO kurucuları Sinan Cemgil ve arkadaşlarının katli, 3 ölü;

¡1972, 30 Mart; Kızıldere katliamı; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karşı çıkan, Mahir Çayan öncülüğündeki THKP-C üyesi gençlerin katli; 13 ölü;

¡1972, 6 Mayıs; Ankara Ulucanlar cezaevinde, TBMM onayıyla, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamı...

12 Mart 1971 darbesini izleyen infazlar sonrasında, 1977’ye kadar CHP+MSP ve AP hükümetleri döneminde kayda değer bir kıyım görünmüyor…

1977, 5 Haziran; Ecevit’in “Karaoğlan” efsanesiyle, tüm örgütlü sol güçlerin desteğini de alarak, %42'lik oy oranıyla mecliste çoğunluğu sağladığı ve kıl payı tek başına iktidarı kaçırdığı seçimler… ve devamı;

¡1977, 1 Mayıs; İstanbul, Taksim meydanında, DİSK’in ve tüm demokrasi güçlerinin yığınsal 1 Mayıs kutlaması sırasında kitlenin üzerine açılan çapraz ateş sonrası; 34 ölü…

¡1978, 16 Mart; İstanbul, Beyazıt; İstanbul Üniversitesi kapısında ilerici-devrimci öğrencilerin üzerine atılan bomba; 7 ölü;

¡1978, 16 Mayıs; Ankara, Keçiören; Piyangotepe katliamı, devrimcilerin gittiği kahvenin taranması; 7 ölü;

¡1978, 8 Ekim; Ankara, Bahçelievler; TİP üyesi 7 öğrenci gencin evlerinde katledilmesi; 7 ölü;

¡1978, 19-26 Aralık; Kahramanmaraş katliamı; alevilere ait mahallelerde evlerin basılarak basılması, yakılması ve çocuk, kadın, genç yaşlı ayrımı yapılmadan insanların katledilmesi; 105 ölü;

¡1980, Mayıs ve Temmuz; Çorum katliamı, alevi mahallelerine saldırılar; 57 ölü...

 … ve 12 Eylül 1980 darbesi… Darbenin meşrulaşması için yeterli gerekçeler oluşmuş bile… 

Ne zaman ki 1989 yerel seçimlerinde Erdal İnönü’lü SHP birinci parti olarak, 6 büyükşehir belediyesini kazanıyor ve SHP+DSP oylarının toplamı %40’a ulaşıyor;

¡1990, 11 Haziran; Şırnak, Güçlükonak’ta Çevrimli katliamı; PKK’nin köy baskını; 27 ölü;

¡1991, 25 Aralık; İstanbul, Bakırköy; Çetinkaya mağazasına PKK saldırısı; 11 ölü

¡1992, 26 Haziran; Diyarbakır, Silvan; Yolaç(Susa) köyünde PKK militanlarının camiye saldırısı; 10 ölü;

¡1993, 24 Mayıs; Bingöl; ateşkes gündemdeyken, dağıtım iznine çıkan askerlerin yolda durdurularak katledilmesi; 33 ölü;

¡1993, 2 Temmuz; Sivas; Madımak otelinde Aziz Nesin, aydın ve yazarlara saldırı ve otelin yakılması; 35 ölü;

¡1993, 25 Ekim; Erzurum, Çat; Yavi beldesine gelen “jandarma kılığındaki PKK militanları”nın köy kahvesine ateş açması; 38 ölü;

¡1995, 12-16 Mart; İstanbul, Gazi mahallesi; Alevilerin yaşadığı mahallede, dört kahvehane ve bir pastaneye aynı anda ateş açılması sonrasında yürüyüşe geçen mahallelinin üzerine ateş açılması ve sonrasında çatışmaların Ümraniye ve Ankara’ya sıçraması; 40’a yakın ölü…

¡1996, 15 Ocak; Şırnak, Güçlükonak; PKK’nın seçim nedeniyle ateşkes ilan etmesine rağmen, önce PKK tarafından yapıldığı iddia edilen, yıllar sonra JİTEM tarafından yapıldığı mahkemeye yansıyan, minibüs içindeki köylülerin yakılması; 11 ölü;

¡1999, 13 Mart; İstanbul, Göztepe; Mavi çarşı mağazasında Molotof kokteyli atılması; 13 ölü;

¡2000, 19 Aralık; 20 ayrı cezaevinde açlık grevlerine devlet güçlerinin “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında müdahale etmesi; 32 ölü…

 …2002’den, 2011’e kadar AKP iktidarının yükseliş döneminde halka dönük bir katliam görünmüyor… Ancak… 

Suriye’de başlayan savaşın hemen ardından… 

¡2011, 28 Aralık; Şırnak, Uludere(Roboski); sınır kaçakçılarının bombalanması; 34 ölü;

¡2012, 6 Eylül; Afyon; Suriye’ye gönderildiği söylenen mühimmatın taşınması sırasında cephanelikte patlama; 25 ölü;

¡2013, 31 Mayıs; Hatay, Reyhanlı; Suriye sınırında patlama; 52 ölü;

 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte Selahattin Demirtaş’ın yıldızının parlaması ve HDP’ye giderek artan ilginin devamında;

¡2014, 6-7 Ekim; Güneydoğu illeri; Kuzey Suriye’de, İŞİD’le savaşan Kobane halkına lojistik destek için koridor açılması talebiyle gelişen olaylar; 50 ölü;

¡2015, 5 Haziran; seçime 2 gün kala, HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlama; 5 ölü;

7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin beklenmedik başarısı ve HDP+CHP’nin %40’a yaklaşması sonrasında;

¡2015, 20 Temmuz; Urfa, Suruç; Kobane’ye yardım götüren gençlerin ortasında patlayan bir bomba; 34 ölü;
¡2015, 10 Ekim; Ankara, Ulus; Barış mitingi öncesinde Gar önünde patlayan iki canlı bomba; 102 ölü;
¡…ve 20 Temmuz’dan bugüne (16 Aralık 2015) kadar, özellikle kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde devam eden sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar sonrasında, çoğunluğu sivil halktan, 750’den fazla ölü…

¡BUGÜN (16 Aralık 2015)!!! Cizre, Silopi, Nusaybin gibi HDP’nin yüksek oy aldığı ilçelerde devam eden tanklı, toplu operasyonlar… Ölü sayısı: HENÜZ BELLİ DEĞİL!!! 

!!! Not: Bu 50 yıl boyunca, yüzlerce (hatta binlerce) faili meçhul (aslında meşhur) cinayet bu listeye yansımamıştır... ama unutulmamıştır...

3 Kasım 2015 Salı

1 Kasım 2015 seçimlerinin ardından

Dün İstanbul için, 1 Kasım seçim sonuçlarına dair bir fotoğraf paylaşmıştım. Türkiye genelinin sonuçları ortaya çıkınca, Hâliyle ilginç soru işaretleri de içeren benzer bir fotoğrafın Türkiye için de geçerli olduğu görünür oldu...

Bu fotoğraf neden hiçbir araştırma şirketinin bu seçim sonucunu öngöremediğini de anlatıyor sanki... adeta...

7 Haziran'dan 1 Kasım'a gelirken, 5 ayda değişen ne?

1.      Toplam kayıtlı seçmen sayısında değişim, 350 bin kişi, yani binde 6 gibi makul bir oran (bu konuda farklı sayılar konuşuluyor, 3,5 milyon artış gibi laflar dolaşıyor, bu da 7 Haziran'ın yurtİÇİ seçmen sayısıyla, 1 Kasım'ın yurtDIŞI dahil seçmen sayısının karşılaştırılmasından kaynaklanıyor, sanırım.)

2.      7 Haziran'a göre seçime katılım, %2,4 (yurtdışı dahil), yani 1 milyon 672 bin kişi artmış... Eh bu da olabilir, diyelim...

3.      Bu seçimde oyunu arttırmayı başaran sadece 2 parti var; AKePe ve CHP, diğer partilerin hepsi 7 Haziran'a göre oy kaybetmiş;

4.      CHP'nin 590 bine yakın bir oy artışı var; bu oyun, tahminen 90 bininin Vatan Partisi ve "diğer" partilerden (bu seçime katılmayan Anadolu Partisi ve DSP) kalan, 500 binin de HDP'den (hani emanet edilen oylar vardı ya!?) geldiği varsayımı gerçek dışı olmaz sanırım... Bu durumda, bir önceki seçimde oy kullanmayanların, bu seçimde CHP'ye oy vermediğini KABUL ediyoruz...)

5.      En çarpıcı sonuçlardan biri, 7 Haziran'daki MHP oylarının %25'inin, 1 milyon 800 bininin partisinden vazgeçmesi... 20 Temmuz'da Suruç katliamından, 10 Ekim Ankara katliamına kadar geçen sürede, kürt coğrafyasında başlayan operasyonlarda kurban edilen canların bedeli bu olmuş anlaşılan;

6.      7 Haziran öncesinde, sarayın ve AKePe'nin pervasız söyleminin yarattığı oy kaybını "aynı hataları yapmayacağız" diyen AKePe, Saadet, BBP ve çoğu 7 Haziran'ın Gülen cemaatinin bağımsız adaylarının aldığı oyları da eklersek 750 bin oyu kendine çevirmiş sayabiliriz;

7.      Varsaydığımız CHP'nin emanet oylarından geriye kalan, bölgesel çatışmaların da etkisiyle, orta sınıf ve üstü kürt nüfusa ait 400 bin HDP oyunun da, AKePe'ye kaydığı da anlaşılabilir bir durum;

8.      AKePe'si bu seçimde oyunu 4 milyon 800 bin arttırmış...Yani bir önceki, 7 Haziran seçimine göre, %25 arttırmış...

9.      Diğer partilerden kayan oylardan CHP'ye giden oyları çıkartınca, "7 Haziran'daki hataları yapmayınca" AKePe'sinin diğer partilerden 3 milyon oy almış olduğu ortaya çıkıyor;

10.  Buraya kadarki oy geçişlerini araştırma şirketlerinin anket, trend analizi gibi bilimsel yöntemlerle öngörmeleri tabii ki mümkün. Eğer durum bundan ibaret olsaydı, bu seçim sonrasında bazı araştırma şirketlerinin tahminlerinde olduğu gibi AKePe'si 1 Kasım'da %43-44 bandına oturmuş olurdu.

Ancak, hiçbir araştırma şirketinin bilinen bilimsel, rasyonel, matematik, istatistik, sosyolojik ve sosyal-psikolojik bilgi ve yöntemlerle öngöremediği ve asla öngöremeyeceği bir şey var: bir önceki seçime katılmayan 1 milyon 600 bin oyun TAMAMININ, BLOK OLARAK AKePe'nin diğer kayan oylarına 1 milyon 800 bin oy daha eklemesi ancak Şeytan'ın bildiği bir yöntemle mümkün olabilir...

Bunu ateyizlerin bile açıklaması mümkün değil. Ancak, belki, önümüzdeki günlerde YSK'ya gelecek itirazlar sonrasında ortaya çıkacak, oy ve hatta bölgesel seçim iptalleri sonrasında açıklanacak kesin sonuçlarla ikna edici bir açıklama olabilir.

Ha bu durumda da 1 Kasım seçimlerinin hem ülkede hem de uluslararası camiada meşruluğuna halel gelmemesi de ayrı bir tesadüf olur elbette...

 

30 Ekim 2015 Cuma

BİZ'im kaderimiz

Kadere inanır mısınız?

Ben inanırım, hem de çok inanırım.
Her insanın kendi kaderini kendi çizdiğine çok inanırım.

Hayatımız boyunca, karşımıza çıkan her yol ayrımında, her seçenekli durumda, her seçimde verdiğimiz kararla, yaptığımız seçimle kaderimizi belirliyoruz... ve devamında bedelini ödüyoruz hayat boyunca. Kaderimizi çiziyoruz, her verdiğimiz kararda. Kimimiz kırk kere düşünüp, kılı kırk yarıp veriyor o kararı, kimimiz hiç düşünmeden, yüreğinin sesiyle seçiyor yolunu. Ama her defasında da, hep bir bedel ödeniyor.

Kimi zaman kendimiz için veriyoruz kararlarımızı, kimi zaman sorumlu olduğumuz yakınlarımız için, kimi zaman da, pek farkında olmasak da, içinde yaşadığımız, ait olduğumuz topluluklar için, hatta bir ülke için, hatta bütün bir dünya için. Kendimizi küçük görmeyelim, her kararımız bir etkileşim başlatıyor içinde olduğumuz hayatla. Aldığımız her kararla, yaptığımız her seçimle, bazen bir su birikintisine, bazen de bir denize, hatta okyanusa bir taş atıyoruz. Her zaman kuşlar, kurtlar ürkmese de attığımız taştan, az da olsa bir dalga yaratıyoruz boşlukta; ve bu dalga aşındırıyor bütün katılıkları, bazen de kötülükleri.

Ne kadar çok olursak, ne kadar çok ve büyük taş,atarsak suya, o kadar aşındırıyor katı olanı. Biz görmesek de, fark etmesek de, günü geldiğinde onca dalganın incelttiği yerden kopuyor katı olan, önce kumlara sonra sulara karışıp gidiyor ve yepyeni bir hayat olarak çıkıveriyor önümüze. Yazdığımız kader değilse nedir bu?

Aynı yanlışların deresinde kaç kere yıkanabilir peki bir insan? Aynı ezberlerle, aynı şartlanmışlıkla, aynı bilmişlikle, aynı sanmışlık, kanmışlıkla, aynı sulara aynı taşları atmanın bedeli değil mi bugün yaşadıklarımız? Utanmaz-arlanmaz-pervasızların yediği herzeler yüzünden, onların vicdansızlığı yüzünden değil mi yüreklerimizin için için ağlaması?

E o zaman?

Öyle çok şey birikti ki değişmesi gereken. 
Öyle çok acı birikti ki ondurmak gereken.
Yeni bir suya, yeni bir taş atmak gerek artık.
Daha fazla acı ve yoksunluk biriktirmeden değiştirmek gerekiyor bir an önce. 
Önce kaderimizden başlamalı, kendi kaderimizden, bu ülkenin kaderinden.

Çünkü kader BİZ'iz. 
BİZ'im kaderimiz. 
BİZ'im hayatımız. 
BİZ'im seçimimiz.



Can ÇINAR, 30 Ekim 2015 (1 Kasım'a 2 kala)


"Umudun goncası kan çiçekleri" için...

25 Ağustos 2015 Salı

GEREKLİ bir AÇIKLAMA

Gördüğüm lüzûm üzerine, 

zorunlu olmasa da GEREKLİ bir AÇIKLAMA


Facebook profilimin “hakkında” kısmında aynen şunları yazmışım, zamanında:

''Homo sum nihil humanum a me alienum puto" (İnsanım, insana dair hiç bir şey bana yabancı değildir) demiş düşünür bin küsur yıl önce... Ben de ekliyorum : ''İnsanım, insana dair olmayan, insanca olmayan her şey bana yabancıdır''. O halde, ÖNCE İNSAN, ÖNCE BARIŞ !

…ve devamında eklemişim Oya Baydar’dan alıntılıyarak: “Söz konusu barış, insan ve yaşamsa, gerisi teferruattır.

İyi ki de öyle yapmışım. Hayat, beni her geçen gün biraz daha fazla doğruluyor.

Son günler, ne yazık ki, bu barış özlemini daha da çoğaltıyor.

Sanırım 15 yaşlarındaydım; o zaman da aklımın erdiğince dünya ve hayat meselelerine kafa yorardım, ki o 70’li yıllar, sokaklarda her gün gencecik insanların katledildiği günlerle doluydu, doluyduk… O yaşların vicdanıyla, kendime “ben bu dünyada bütün insanların ayrımsız eşit, özgür ve mutlu yaşamalarını istiyorum” demiştim. Neredeyse 40 yıl geçti üstünden, çok zorlu, acılı zamanlardan, şairin dediği gibi “ellerimizi kirletmeden” geçtik. Dünya değişti, yüz yıl değişti, herkes değişti, ben de değiştim, ama 15 yaşımın vicdanı değişmedi; ben hâlâ “bu dünyada bütün insanların ayrımsız eşit, özgür ve mutlu yaşamalarını istiyorum.” Bunca yıllık yaşanmışlık ve öğrenmişliğin vicdanımın üstüne koyduğu “sır” ise, bu özlemin ancak ve ancak “sınırsız ve sınıfsız bir toplum” ütopyasında mümkün olabileceği gerçeği.

Bu sayfalarda, kahir çoğunluğunu birebir tanıdığım, yıllarca dostluğunu biriktirdiğim arkadaşlarımla, hayata, dünyaya ve güne dair bilgi, duygu ve düşüncelerimi paylaşıyorum, çoğaltıyorum; çünkü ben de böyle zenginleşiyorum. Ne yazık ki, son yıllarda, ülkede yaşadıklarımızın da etkisiyle, bu paylaşımların ağırlığını da gündeme dair siyasi gözlemlerim ve değerlendirmelerim oluşturuyor. Ne yapayım? Vicdanımın, ortalık yerde işlenen bunca suça karşı sessiz kalmaya tahammülü yok. Benim tahammülsüzlüğüme tahammül gösteren tüm dostlara teşekkür ederim; ancak açıktır ki hiç kimseden de böyle bir tahammül beklemeye hakkım yok.

Tüm paylaşımlarımda, öfkelensem de, sinirlensem de asla kişilere küfür, hakaret, aşağılama, ayrımcılık içeren hiçbir niteleme de bulunmamaya hep özen gösterdim, gösteririm. Yaşadığımız melanetlerin kişilerden değil, sistemden ve sistemin kurduğu mekanizmalardan ve kurumlardan kaynaklandığını düşünürüm. Eleştirilerim de hep bu kurumlara yöneliktir. Elbette bu kurumların başına geçip de melanete suç ortaklığı yapanlar, bu mekanizmaların içinde olanlar da paylarını almışlardır bu eleştirilerden. O kadarına da hakkım olsun… Herhalde… Ama asla ve asla, kişi ya da kişilere, gruplara, aidiyetlere yönelik “küfür”, “hakaret”, “aşağılama” ve “ayrımcılık” içerikli bir nitelemede bulunmamaya, her zaman çaba gösterdim bugüne dek.

Bana ait olan, tamamen dostlarımla, dostlukla paylaştığım bu sayfada da, dostum olsun olmasın, hiç kimsenin kişi ve kişilere yönelik “küfür”, “hakaret”, “aşağılama” ve “ayrımcılık” içerikli nitelemelerde bulunmalarına, öfke ve nefret kusmalarına ve düşmanlık üretmelerine de izin vermeme hakkına sahip olduğumu düşünürüm. Bunu yapmak isteyenlerin biriktirdikleri öfkelerini kusacakları bir sürü mecra var bu ortamda. Adres vermeye gerek var mı?

Siyasetin içinde fikir vardır, düşünce vardır, felsefe vardır, bilgi vardır ve hepsinden önemlisi “insan” vardır, dolayısıyla duygu da vardır. Ama “insana ait olmayan”, insana “yabancılaşmış” kavramlarla üretilmiş “hamaset” siyaseti sadece kirletir. Bizleri zenginleştirmez, sığlaştırır, fikirsizleştirir, yoksullaştırır.

Herkesin kutsal bildiğine saygım vardır, ama benim tek kutsalım “insanın insan gibi yaşama hakkı”dır. Hiç kimsenin, hiç bir kişinin, hiç bir aidiyetin, hiç bir siyasi grubun, hiç bir çetenin, hiç bir örgütün, hiç bir devletin ve de hiçbir devletler üstü kurumun “insanı yaşatma ve yaşama” hakkına tecavüz etmesini yani her ne nedenle olursa olsun “ölmeyi ve öldürmeyi” kutsamasını kabul etmem. Bir insanı, gerekçesi ne olursa olsun öldürmek ya da ölümüne sebep olmak en ağır, en aşağılık suçtur bana göre. Birinin ya da birilerinin ölümünü, öldürülmesini istemek, dilemek, ölüme ilenmek de bir o kadar suç ortaklığı. Katil katildir, hırsız hırsızdır. Adının önündeki sıfat ya da etiket, üzerindeki giysi ne olursa olsun, fark etmez.

Bir yurttaşın yaşama ve yaşatma hakkını korumanın ve bunun güvencesini yaratmanın görev ve sorumluluğu devletin elindedir. Bir devletin var olması için başka ne sebep olabilir ki? Devletin elindeki güç ve erk (iktidar) başka ne işe yarar? Bir ülkede insanlar ölüyorsa, öldürülüyorsa, suç işleniyorsa bunu önlemek devletin olmazsa olmaz görevidir. Yurttaşının yaşama hakkını koruyamayan, yurttaşını yaşatamayan bir devletse, elbette yurttaşının muhatabıdır. Suçu ve suçluyu bulmak yargılamak ve mahkûm etmek devletin asli görevidir. Ancak böyle yaşatabilir yurttaşını. Yapamadığı, yurttaşını yaşatamadığı yerde de yurttaşından alır cevabını. Yurttaşın muhatabı katili değildir, olamaz da. O zaman “devlet neden var?”, “o erk, o güç neye, kime yarar?” diye hesap sorarlar.

Maden kazasına işçisini, depreme öğretmenlerini, sellere köylüsünü, canlı bombaya gençlerini, dağdaki gerillaya askerini teslim eden, önlem almayan, koruyamayan, yaşatamayan devlet suçludur. Ölenlerin hesabını bu devletten, onu yönetenlerden, erki ve gücü elinde tutan beceriksiz, basiretsiz siyasetçilerden sormak da yurttaşın görevidir; yaşamak ve yaşatmak için

Hayatımız tercihlerimizin bileşkesidir. Hepimiz, dostlarımızı, arkadaşlarımızı seçmek hakkına sahibiz. Daha da büyük bir özgürlüğümüz olmasa gerektir. Hiç birimiz de, dost olsak da olmasak da, birbirimizin her dediğini onaylamak zorunda değiliz, olmamalıyız da; yoksa nasıl buluruz yanlışlarımızı? Nasıl zenginleşebiliriz?

Bizleri gerçek hayatta da, bu sanal sayfalarda da buluşturan tek gerçekse “insan” oluşumuz. Tüm farklılıklarımızla, farklı renklerimizle, düşüncelerimizle, duygularımızla ayrı ayrı ve “tek” birer “birey” oluşumuz. Bir arada yaşamayı sürdürmenin yolu da bu farklılık ve zenginliği yaşatmaktan geçiyor.

İşte bu yüzden, bir arada yaşamayı becerebilmek adına, sayfamda yapılan, “kim olursa olsun”, farklı düşünenlere (düşüncelere değil), başkalarına yönelik “küfür, hakaret, aşağılama ve ayrımcılık” içeren hiçbir yoruma izin vermiyorum. Gördüğüm anda siliyorum. Kimse kusura bakmasın…

Kendim için değil, sadece “insan ve barış kazansın” diye… 

Çünkü o zaman hepimiz kazanacağız.


Can ÇINAR, 25.08.2015



 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

GÖNÜLLÜ KULLUK


Değerli Hocam Michel Tagan'a teşekkürlerimle...

Etienne de la Boétie… 1530-1563 yılları arasında yaşamış, yani bundan yaklaşık beş yüzyıl önce. Yaşadığı dönemde “Denemeler”iyle bilinen Montaigne’in en yakın dostu. Kilisenin hükümranlığı altındaki skolastik karanlıktan, rönesansla birlikte aydınlanmanın döneminin öncülerinden. 32 yaşında aniden öldüğünde, en yakın dostu Montaigne, arkasından “kanımca çağımızın en büyük insanıydı” demiş.


O döneme kadar, siyasal düşünürlerin çoğu, siyasal iktidarın yararlı, iyi bir şey olduğunu söylerlerdi. Siyasal iktidarı ya da devleti "doğal" olmasa da “zorunlu” bir kurum olarak kabul ederek, bunların en iyi nasıl düzenlenebileceği sorununa odaklanmışlardı. Kendi döneminde ezber bozan biri olan La Boétie bu ön kabule karşı çıkar; ona göre siyasal iktidar “nefret edilecek bir olgu” dur. 

La Boétie, tek kişinin iktidarının eleştirisinden hareketle, kurumsallaşmış siyasal iktidarın özünde “kötülük” bulunduğunu belirtir. Ona göre siyasal yönetim biçimlerinin tümünün özünde aynı kötülük vardır; iyi iktidar olmadığı için hangi rejimin daha iyi olduğunu araştırmaya da gerek yoktur. Bu yüzden, insanların özgür olabileceği bir siyasal yönetim biçimi aramaz: "Siyasal yönetim iktidar demektir ve iktidarın olduğu yerde de özgürlük olmaz." Eğer öyleyse, nasıl oluyor da insanlar, özgürlüklerini ellerinden alan iktidara itaat ediyor, itaat etmekle de kalmayıp boyun eğiyor, hatta kulluk etmeyi arzuluyorlar?

İşte, Montaigne’e göre, La Boétie’nin 16-18 yaşları arasında “deneme” niyetiyle yazdığı , “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı kitabında bu soruya yanıt arar ve “Güç”, “İktidar”, “Otorite” ve “Devlet” kavramlarını sorgular:


La Boétie’ye göre;

• Halkın tek ödevi vardır: O da özgür olmaktır; çünkü özgürlük, insanın doğasıdır. İnsan dünyaya özgür gelir ve doğası gereği özgürlüğünü koruma duygusuna sahiptir. Buna rağmen, insan her yerde özgürlüğünü yitirmiş, zincire vurulmuştur.

• İnsan, hemcinsleriyle barış içinde yaşayabilmek için herhangi bir dış-yapay güce gereksinim duymayan bir yaratıktır. Doğa insanları akılsal yetilerle bezendirmiş, onları aynı biçimde yaratarak birbirlerini tanımalarını sağlamıştır.

• Var olan doğal eşitsizlikler ise toplumsal eşitsizlikleri yaratmaz; tam tersine insanlar arasındaki sevginin, dayanışmanın güçlenmesine neden olur.

• Özgürlüğün doğal olması, insanların kendilerini başkalarında görebilmelerinden, birbirlerini “yoldaş olarak” tanıyabilmelerinden kaynaklanır.

• İnsanların konuşma yeteneği, karşılıklı birbirini tanımalarını ve “konsensüs”ü sağlar. Bu yüzden, iyi toplum “doğaya ve akla uygun” olandır. Bu toplumda yönetenler ve yönetilenler farklılaşması yoktur.

• Siyasal iktidar, insanları bir koyun sürüsü konumuna indirgeyememiştir.

• Ancak bu özgürlük durumu ortadan kalkmış, insan tiranın hükmü altına girmiştir. Bu durumun sorumlusu öncelikle özgürlüğünü koruma duygusunu yitiren halktır. Ama bu insanların korkaklığı ya da alçaklığından değildir: 
“İki kişi tek kişiden çekinebilir; on kişinin de çekinmesi olasıdır. Fakat bin kişi, bir milyon kişi, bin kent, eğer kendilerini tek bir kişiye karşı koruyamıyorlarsa bu korkaklık değildir.”
• Demek ki bugün halkın boyun eğmesi, onun yalnızca özgürlüğünü değil, özgürlük istencini de yitirmiş olduğunu gösterir: 
“Halklardır kendilerini teslim edenler, daha doğrusu kendilerini ezdirenler… Kendi kendini kulluklaştıran, kendi boğazını kesen halk, özgürlük ve kulluk seçeneği karşısında bağımsızlığını terk edip boyunduruğu kabul etmiş ve bu kötü duruma razı olmak şöyle dursun onu arzulamıştır.”
• Üstelik, yeniden özgür olabilmek için tirana karşı koymak, onunla savaşmak bile gerekmez. İnsanlar özgür olmayı isteyip tirana kulluk-kölelik etmemeye karar verdikleri an tiranlık kendiliğinden yok olacaktır: 
“Eğer siz vermediyseniz, (tiran) sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidarı olabilir?”
• Bu durumda yapılması gereken şey, tirana destek olmamaktır
“Eğer onlara hiçbir şey verilmezse, onlara hiçbir şekilde boyun eğilmezse, savaş ve vuruşmaya gerek olmadan tiranlar çıplak ve zayıf kalırlar; artık onlar hiçbir şey değildir; ya da tıpkı su ve besi bulamayıp kuru ve ölü bir dal durumuna dönüşen bir kök gibidirler.”
• Oysa tersi bir davranış, halkını sömüren, ezen tiranın daha da güçlenmesine neden olur:
 “Tiranlar yağmaladıkça daha çok şey üzerinde hak iddia edip daha çok isterler, yakıp yıktıkça da onlara daha çok şey verilir ve daha çok hizmet edilir; böylece tiranlar her şeyi yok edip yıkmak için daha çok güçlenirler ve gittikçe daha güçlü ve daha zinde olurlar.”
La Boétie’ye kadar, siyasi düşünürlere göre, siyasal iktidar ve devleti belirleyen Prens’in istenci (voluntarizm) olmuştu. La Boétie ise onun yerine “efendisine, prensine hizmet etmeyi, kölelik etmeyi isteyen kulların istenci"ni koyar: 
“Siyasal iktidar ilişkilerinin kurumsallaşması için halkın özgür olma değil, kul köle olma istencine sahip olması gerekir. İktidar, yönetenlerin değil, yönetilenlerin istencinden kaynaklanır.”
Hem öncülü Machiavelli, hem de La Boétie için, “otorite”, ancak uyrukların kabul etmesiyle kurulabilir. Ancak Machiavelli, Prens’e uyruklarının rızasını “zorla” elde edebileceğini öğretirken, La Boétie halka reddetmenin ne denli güçlü bir şey olduğunu göstermiştir. Ancak halk gerçekten de o kadar güçlü değildir. Siyasal iktidar bir kez kurulup yerleşti mi, halk bu büyük gücünü psikolojik olarak tümüyle yitirir: 
“Boyunduruk altında doğup da özgürlüğün gölgesini bile göremeyip köle olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlayamayan insanların hoş görülmeleri ya da bağışlanmaları gerekir.”
İnsan bir “zoon politikon” değildir. Başka bir deyişle siyasal toplum doğal değil yapay bir olgudur. Kötü bir yazgı, bir kaza sonucu siyasallaşan insan siyasetin getirdiği bağımlılık ilişkisine girer.

La Boétie, bu kazanın nasıl olduğunu, tarihsel örneklerden yola çıkarak açıklamaya çalışır:
  1. Kuvvet yolu: Bazı insanlar zor, baskı, şiddet kullanarak diğerleri üzerinde egemenlik kurar. (Sparta ile Atina’nın silah zoruyla Büyük İskender’e boyun eğmesi örneğinde olduğu gibi.)
  2. Hile yolu: Halkın başkalarının kurnazlığı sonucu ya da kendi kendini aldatarak özgürlüğünü yitirmesidir. (Dionysios’un Siraküzalılara önce kral, sonra tiran olması gibi)
  3. Halkın nedensiz yere kendini kul köle kılması: Halkın kendini boyunduruk altına sokacak siyasal iktidar kurumunu yaratmasıdır. (Yahudilerin kendilerine bir kral seçmiş olması örneğindeki gibi)
Gönüllü kulluğun yerleştirilip sürdürülmesinde önemli rol, hükmetme gücünden buyurma gücüne dönüşen siyasal iktidar tarafından oynanır. Gönüllü kulluğun iki nedeni bu gerçekten kaynaklanır:

1. Bugünkü kavramlarla “ideolojik koşullandırma” birinci nedendir. La Boétie bunları görenekler, alışkanlıklar ya da eğitim olarak adlandırır. Bu türden kültürel ve ideolojik yapıların etkisiyle ilk oluşan siyasal iktidara bir şekilde boyun eğme konumunda olan insanlardan sonra gelen ikinci kuşak boyun eğmeyi sürdürür.
“İlk başlarda, kuvvetle alt edilmişlikten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka hakları ve malları olabileceklerini düşünmediklerinden de öte, doğumlarındaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler”.
Bu nedenle, siyasal iktidarı yıkmaya yönelik herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin gerektirdiği özgür düşünceden ve iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimser ve sürdürdükleri yaşamın dışında yaşam biçimlerinin olabileceğinin farkına varmadan yaşarlar.

La Boétie, insanı iki ayrı ve karşıt doğaya sahip olabilen tek yaratık olarak algılar. Siyasal iktidarla birlikte birinci insan doğası yerini ikinci insan doğasına bırakır ve böylece “yeni insan”, yozlaşıp benliğine yabancılaşmış, özgürlüğünü unutup köleliği benimsemiş insan gerçekleşir.
“İnsanın doğasının çift oluşu ve birinden diğerine geçişin bulunması, gönüllü kulluk olgusunu düşünülebilir, somut bir olgu durumuna getirir; çünkü doğası gereği özgür olan insan kulluğu ancak bu geçiş sayesinde kabul edebilir.”
Yozlaşma öylesine büyüktür ki, insan doğasındaki özgürlüğü anımsayamamaktadır bile. Gönüllü kulluk, insanın boyun eğmeye rıza göstermekle kalmayıp, kulluğu sevip ona gönülden bağlanmasıdır. Böylece benliğini yadsımış da olur.

İnsan, kulluk etme alışkanlığı nedeniyle bu durumu kendisinin özgürce seçtiği kanısına kapılsa bile, gerçekte insan doğasındaki değişikliği yaratan siyasal iktidardır.
“Daha önceden, bir şekilde belirmiş olan siyasal iktidar, insanları çeşitli yöntemlerle yozlaşmaya, yani kulluğu seçmeye, arzulamaya koşullandırır. Eğitim, görenekler, alışkanlıkların yaratılması ile oluşan bu ikinci doğa birincisini unutturacak kadar güçlüdür. Bu nedenle, özgürlük bir kez kayboldu mu artık onu yeniden ele geçirme olasılığı da ortadan kalkar.”
Konuşmayı kendi tekelinde toplayan siyasal iktidar, ona ideolojik söylem biçimi vererek ilk önce iktidarın doğallığı, meşruluğu ya da gerekliliği üzerinde genel bir kanının oluşmasını, ardından kurulu düzenin bireylerce benimsenip onanmasını sağlar; gönüllü kulluğu yaratır. Yönetilenler bu “hegemonya” altında, körü körüne bağımlılığa alışmış, köleliklerini sevip sürdürme isteğiyle donatılmışlardır.

2. Gönüllü kulluğun ikinci nedeni, “güçsüzleşme”dir.

Özgürlüğünü yitiren halk alçaklaşır, korkaklaşır ve güçsüzleşir. 
“Artık, insanlar özgürlüğe kavuşmak için herhangi bir şey yapabilecek durumda değildirler. Tiranlar (iktidarlar) halkı bu duruma itmek ve orada tutmak için ellerinden geleni yaparlar."
 Ağızlarına çalınan iki parmak bal ile cezbedilen halklar, içine itildikleri kulluğa gönülden bağlanıp onu kendi arzularıyla sürdürürler. Bunun için de iktidar çeşitli yöntemlere başvurur:
  • Halkın zevk ve eğlenceye düşürülmesi, boş şeylerle oyalanmaya yönlendirilmesi: 
“Tiyatrolar, oyunlar, eğlenceler, gösteriler, acayip hayvanlar, madalyonlar, tablolar ve diğer uyuşturucular eski halklar için kulluklaşmanın yemi, özgürlüğü yitirmenin bedeli, tiranlığın araçlarıdır.”
  • İktidarın “paternalist-popülist” bir görünüm alarak halka belli maddi çıkarlar sağlaması: Yönetimin eli açık davranışları, halkın gözünü boyamayı ve onun iktidara daha sıkı bağlanmasını sağlar. Yiyecek içecek dağıtılması, para bağışlanması, şölenler düzenlenmesi gibi uygulamalar, tiranın halkı sömürerek elde ettiklerinin ufak bir bölümünü halka geri vermesinden başka bir anlam taşımaz.
“Özgürlüğüne yeniden kavuşmak amacıyla çorba tasını terk etmeyi akıl edemeyen” halk, yalnızca kısa dönemdeki çıkarını gözettiğinden iktidarın kulu kölesi olur ve sömürü mekanizmasının içine iyice gömülür.”
  • Siyasal iktidar yeni “halk kültürü”nün cehaleti yaygınlaştırıcı bir nitelik taşımasına özen gösterir: Gönüllü kulluğun sürdürülmesine katkıda bulunan halkın cehalet, bilgisizlik içinde tutulmasıdır; bunun için “insanların kendilerini tanımalarına ve tiranlıktan nefret etmelerine yardımcı olacak” bilge kişilerin, aydınların iktidar tarafından sınırlandırılıp denetlenmesi gerekir.
  • Cehaleti yaygınlaştırmak amacıyla hurafeler yayıp halkı saçma sapan inançlara iten din adamlarının etkinliği, yani dinin siyasete alet edilmesi de gönüllü kulluğu sürdürmek için başvurulan bir yöntemdir. Siyasal iktidar ile din arasındaki yakın ilişkiyi göz önüne sererken dinin bir çeşit toplumsal uyuşturucu işlevi gördüğünü vurgular: 
“Tiranlar, dini koruyucu olarak ön plana koymayı arzular ve hatta mümkünse, kötü yaşamlarına destek olması için birkaç tanrısallık örneğinden yararlanırlar”.
  • Gönüllü kulluğun tam olarak gerçekleşmesi için insanların iktidara fiziksel ve duygusal olarak bağlanmaları önemlidir. Ancak yeterli değildir. Son koşul, “hükmetmenin sırrının ve işleme aracının, tiranlığın desteğinin ve temelinin” kurulması, yani bugünkü kavramlarla, siyasal iktidarın kurumsallaşması, merkezileşmesi ve egemen devlet olarak belirmesidir.
La Boétie için, iktidarın babadan oğula geçmesi ya da halkın seçimiyle belirlenmesi bir şeyi değiştirmez. Yönetime geliş yöntemi ne olursa olsun iktidarın özü tiranlıktır ve tiranlık kalır. Ona göre tiran egemenden, tiranlık ise kurumsallaşmış merkezi siyasal iktidardan başka bir şey değildir.

Söylev’in başlarında tiranı “iki gözü, iki eli ve bir bedeni” olan sıradan bir insan olarak tanımlar. Ancak hemen sonra, bu insanın kendisine halk tarafından verilmiş bir sürü göze, ele ve ayağa sahip olduğunu açıklar. Böylece tiranın görünen bedeni dışında bir başka bedeni daha belirir. Bir benzeri bulunmayan bu beden, hem diğer insanlardan ayrıdır hem de her şeyi görüp her şeyi yapabildiğinden bütün insanları kendi içinde tutmaktadır. Kısacası bu, siyasal beden, yani devlettir.

Tiranın tek başına olmadığı gibi, salt kaba güce dayanmadığını da ortaya koyar:
“Tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez, fakat gerçektir: Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle gerek tiranını çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır… Bu altı kişinin de çıkar sağladığı altı yüz kişisi vardır… Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutarlar… Bundan sonra gelenler çok daha fazla kalabalıktır.”
Böylece, tiranın hükmetme gücünün, onun kişisel yeteneğinden ya da topluma saldığı korkudan değil, ardındaki devlet aygıtından kaynaklandığını ortaya koyar:
Yani tiran, bu aygıtın en üst düzeyini işgal etmekte ve bu konumundan dolayı egemen olarak belirmektedir. Tam anlamıyla “bir” olan tiranın kendisi değildir; “Bir” tiran ile “yardakçılarının” bütünüdür; yani Kilise’den ya da herhangi bir aşkın güçten bağımsız, iktidarın ilkesi (auctoritas) ile kullanımını (potestas) kendi özünde “bir”leştirmiş olan egemen devlettir.”
La Boétie, gönüllü kulluğun gizinin burada yattığını açıklar:
“Devletin oluşturduğu bu mekanizmadan dolayı her insan, içinde bulunduğu hiyerarşik düzey ne olursa olsun kendini, devlet erkini kişiliğinde somutlaştıran tiran ile özdeşleştirerek bir başkasının efendisi olmayı arzular."
Böylece insanlar, “büyük tiranın altında kendilerini küçük tiranlar yapabilmek için çevresinde toplanıp onu desteklemeye başlarlar”. Sonuç olarak tiranlık, tüm toplumu baştan aşağı kapsayan toplumsal bir olgu durumuna dönüşür.

Hükmetme arzusu, bir tür kitle psikolojisi oluşturur. İnsanın belli kişiler karşısında kendini “bir” olarak algılayabilmesinden dolayı hükmetme ve buyurma, bağımsızlık ile özgürlükten çok daha fazla önem kazanır.

Böylece, devlet bir kez kuruldu mu, artık yıkılamaz.

Yönetilenlerin köleliklerini sanki özgürlermişçesine yaşamaları ve kendilerini tiranla özdeşleştirmeleri nedeniyle, halk tiranın simgelediği devlete karşı çıkmamaktadır.

İnsanlar, kurumsallaşmış siyasal iktidarın ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısır döngü içine girmişlerdir. Köleliğe gönülden bağlandıkları için kendilerini özgürlüğe kavuşturacak bir eylemde bulunamazlar.

Bu kısır döngüye rağmen, küçük de olsa bir çıkış yolu vardır: 
"Kulluk istenci, özgür düşünme ve akıl yürütme yetisi ellerinden alınmış insanların zihnine yerleştirilmiştir. İnsanlar, siyasal iktidar mekanizmasının ideolojik koşullandırmasıyla, bir anlamda “ergin olmama” durumuna indirgenmişlerdir."
Öyleyse; özgürlüğe kavuşmanın yolu, gönüllü kulluk anlayışının zihinlerden sökülüp atılmasıdır. Yani özgür olmak için ideolojinin dışına çıkmak gerekir; bu durum insanın bilimle güçlenmiş aklını kendi başına kullanarak düşünce üretmesi ve düşüncesinin özgür olmasından ötürü de özgürlüğü bilip sevmesi demektir.
Ancak La Boétie’nin özgürlüğü değil sevmek, anımsamaktan bile yoksun olan halktan bir beklentisi yoktur:
“Her dönemde diğer insanlardan daha iyi doğmuş bazı kişiler bulunur. Bunlar boyunduruğun ağırlığını hissedip sürekli ondan kurtulmaya çalışırlar… Kendiliğinden iyi bir kafa yapısına sahip olan bu kişiler, kafalarını eğitim ve bilgiyle daha da sağlamlaştırmışlardır. Bu kişiler, özgürlük yeryüzünde tümüyle yok olsa bile, özgürlüğü düşleyerek, hissederek ve hala onun tadını duyarak kölelikten (ki bu süslenip püslense de, yine) en ufak bir tat alamazlar.”
Bir çeşit “entelektüel elitizmi"ni benimser ve bütün umudunu bağımsız düşünebilen birkaç aydına bağlar. Ancak bu aydınların da bilgisiz halk yığınlarını özgürlüğü sevmeye yöneltmeleri çok zordur. Çünkü devlet toplumu kurduğu bağımlılık ilişkileri zinciriyle ve yeniden ürettiği hâkim ideolojiyle sürekli bir denetim altında tutmakta ve bireylerin erginleşmesini engellemektedir.

Buna rağmen “Söylev”, aydınların çeşitli eylemlere kalkışarak ve hatta özgürlük uğrunda ölmeyi ve öldürmeyi göze alarak halkın üzerine serpilmiş ölü tozunu silkelemelerini ve en azından zihinlerde kurulu düzene ilişkin bazı soru işaretleri yaratmalarını salık vermektedir.

Bu yönüyle, iki yüzyıl öncesinden, Aydınlanma’ya ışık tutmaktadır.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev
Etienne de la Boetie
İmge Kitabevi / Felsefe Dizisi


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Bilenler bilmeyenlere anlatsın diye...

KEMAL TÜRKLER:
Türkiye'de emek mücadelesinin unutulmaz lideri...
  • 1954'de Maden-İş sendikası sekreteri;
  • 1961'de Türkiye İşçi Partisi kurucularından,
  • 1967'de DİSK'in kurucularından;
  • 15-16 Haziran 1970'de büyük işçi yürüyüşünde tutuklandı;
  • 16 Eylül 1976'da DGM yasasına karşı genel grevi örgütledi;
  • 1977'de DİSK Genel Başkanı oldu;
  • 1 Mayıs 1977'de, kanlı 1 Mayıs kutlamalarına saldırılırken kürsüdeydi;
  • 1 Mayıs 1978'de Taksim'de Maden-İş genel başkanı olarak en önde yürüdü;
  • 1979'da Maden-İş genel kurulunda enternasyonal marşı okundu diye tutuklandı...

...ve nihayet; 22 Temmuz 1980'de evinden çıkarken, kızının gözleri önünde, MHP militanı Ünal Osmanağaoğlu tarafından katledildi, öldürüldü... Sendikalı, sendikasız milyonlarca emekçi, cenazesinin önünden saygıyla geçti, tüm Türkiye'nin işçileri bir günlük iş bıraktı.

Türkiye'yi 12 Eylül 1980 karanlığına adım adım götüren en önemli kilometre taşlarından biridir bu cinayet... Peki, bu katilin başına neler geldi?

Ünal Osmanağaoğlu(*):
Kemal Türkler cinayeti nedeniyle yargılandı... 2003 yılında beraat etti... Yargıtay bu kararı bozdu... Mahkeme kararında ısrar etti... Yargıtay ısrarla bu kararı tekrar bozdu... 2009 yılında mahkeme kararında direndi ve karar Yargıtayca 3.kez tekrar bozuldu... ve nihayet istenen oldu: dosya mahkemeye tekrar geldiğinde, dava zaman aşımı nedeniyle, düştü...

Aynı katil, 1978'de Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'li gencin katledilmesinde de baş faillerdendi. O davada idamla yargılanırken firar etmişti. Bahçelievler katliamında 7 kez idama mahkum edilmişken karar gene yargıtay tarafından bozulmuştu. Son olarak geçen yıl öldüğünde, bayrağa sarılı bir tabutla bugünün MHP üst yönetiminin dualarıyla devletlû bir biçimde defnedildi...

Bundan 30 küsur yıl önce, emeğin en sadık savunucularını, gencecik fidanları katledenler, eğer mahkum edilemiyorsa, katliamlar zaman aşımına uğrayıp cezalandırılmıyorsa, katiller devlet törenleriyle defnediliyorsa bu ülkede küçücük, gencecik çocuklar da bombalarla öldürülür. 

Bu ahvalden utanması gerekenlerse, öldürenlerden çok, öldürme fikrini bilinçlerde, bilerek, isteyerek ve planlayarak meşrulaştıran KanEmiciÖlüSeviciİktidarsızKatillerSürüsü'nün HıkDeyicileri'nden başkası değildir... Bu sivrisineklerdir kan, savaş ve adaletsizlik bataklığından beslenenler.





(*) Bilindik bir katilin şeceresi için bkz:https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cnal_Osmana%C4%9Fao%C4%9Flu

11 Haziran 2015 Perşembe

7 Haziran 2015 Seçimlerinin ardından…

 Aylardır süren seçim havasının tozu dumanı kalktıkça, yine ve yeniden anlaşılıyor ki, "mevzubahis olan piyasaların istikrarı ve selametiyse gerisi teferruattır."

Yaşlanıyoruz anlaşıldı... Bir vakitler, daha gün gibi hatırladığım dünlerde, gelecek vaat eden, hükümetin en genç bakanı olarak parlatılan, seçim liginde sosyal demokratları yıllar boyunca hep en iyi ikincilik kürsüsüne başarıyla taşımış, devletin en âli çıkarlarının derin ve engin şövalyesi, istikrar ve sermayenin selameti adına yeniden görev başında.

Seçimden önce, İtalya'da Egemen Bağış'la yaptıkları (eminim ki bir kakara-kukara sohbeti değildir) "n'olacak memleketin hâli" muhabbetinin ardından, dün de ani bir davetle cumburbaşbakanla 2,5 saatlik bir sohbet gerçekleşti. Baykal, engin tecrübesiyle bu "demokrasiyi(!)" kurtarma operasyonlarını iyi bilir. Öyle anlaşılıyor ki, yeni "alavere dalavere Deniz Bey nöbete" misyonu gerçekleşiyor.

Sermayenin en püripak kalemi Ertuğrul Özkök bile yıllardır sustuğu yuvasından başını çıkartıp "helalleşme" ve "barışma"ya davet ettiğine göre, durum gerçekten ciddi(!) demektir. Baksanıza, 2001 krizinin ve küresel sermayenin kurtarıcısı, Kemal Derviş bile devrede, kanal kanal geziyor ne zamandır. E zaten, "ana" sıfatını ne yazık ki yakıştıramadığım yılların ezeli muhalefet partisinin bu seçimde en güçlü silahı "onlar yaparsa biz de yaparız" dediği "MEGA" proje değil miydi?

Gün geçtikçe yavaş yavaş taşlar yerine oturuyor. Bir an önce piyasaların "normal"ine dönmek için şu anda yoğun bir çabayla ısıtılan bir "2/3 AKP + 1/3 CHP" koalisyon hükümeti kapıda duruyor. Adı bile konmuş; "restorasyon hükümeti." Eminim pek çok kişiye de oldukça sevimli görünüyor bu seçenek...

Ama illâ şeytanın avukatlığını yapacağım ya, kırk çeşit soru takılıp duruyor aklıma...

"2/3 AKP + 1/3 CHP"li" bir koalisyon hükümeti kurulursa eğer;

+ Seçimden önce "AKP ve HDP anlaştılar, onlara oy verenler vatan hainidir" diye kara çalan, her ahval ve şerait altında devletin âli çıkarlarını kollayan(!), kadim sosyal(!) demokrat(!)ların duygu hâlini çok merak ediyorum...

+ Böyle bir koalisyon pazarlığının ilk ve kaçınılmaz maddesi "17-25 Aralık" davasını unutmak, cumhurbaşkanı dokunulmazlığına dokunmamak olursa eğer, yargının restorasyonu ne olacak?

+ Restorasyon sırasında kaçAK Saray'ın boşaltılma ihtimali % kaç olabilir olsa olsa?

+ Gezi'nin çocuklarının katilleri ve o katillere "emri ben verdim" diyenler bulunur ve yargılanır mı?

+ Eski mecliste CHP’li vekillerin çıkmaması için merdivenlerden yuvarlanarak cansiperane mücadele ettikleri, “iç güvenlik yasası” kaldırılır, gaz bombası ve toma ihaleleri iptal edilir mi?

+ 3.havaalanı adı altında süren doğa ve su havzaları talanı biter mi? Nükleer santral projeleri durdurulur mu? HES adı altında suların ticarileştirilme operasyonu biter mi?

+ Bu seçimde, tarihinin en “sol” programı ve en demokratik yöntemiyle, adaylarını ön seçimle belirleyen CHP’nin, sol-sosyalist gelenekten gelerek meclise giren vekilleri, bu adı “restorasyon” olan sürece ne kadar destek verecekler ve sermayenin kalelerini tahkim eden uygulamalara ne kadar tahammül edebilecekler?

Bu sorular çoğaltılabilir elbette… 13 yılın restorasyonu değil bu ülkenin ihtiyacı. 35 yıldır aralıksız süren bir tahribattan sonra bir devlet enkazı var önümüzde. Ama gayet iyi biliyoruz ki, mesele “piyasaların istikrar ve selameti” ve “devletin âli menfaatleri” olunca halka dair her şey teferruattır ve esamesi okunmaz…



7 Haziran 2015 Pazar

7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından

İLK ANDA (7 Haziran geceyarısında)

- 1965, TİP, %3 oyla, 15 milletvekili (seçim sistemindeki milli bakiye sayesinde);

- 2015, HDP, %13 oyla, 79 (belki de 80) milletvekili (%10 seçim barajına rağmen);

Bir gecede yıkılan barajın taşları: 
- 12 Mart'ın işkencehaneleri ve darağacında 3 fidan,
- 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum 1979 katliamları,
- 12 Eylül zindanları, idamları, sürgünleri,
- 1984 Diyarbakır cezaevi ve sonrası,
- 90'lar onbinlerce ölücan, Sivas,
- Hrant'ın utancı, Gezi'nin çocukları, Roboski, Soma, Yırca...

50 yılda, nereden nereye?

VAMOS BIEN (İyi gidiyoruz);
ama artık FESTINA LENTE! (Yavaş yavaş acele etmeli)

...

ERTESİ GÜN (8 haziran sabahında)

Bu sabah yeni bir yaşama uyanırken ruh hâlim #SenTürkiyesinBüyükDüşün ve #BuDahaBaşlangıç hissiyatında. Bu duyguyu ve umudu en son 1977 seçimlerinde yaşamıştık, sonrasında hüsranı da. O zaman çocuk sayılırdık ama 40 yılda epey bir adam olmuşuzdur herhalde diye umuyorum. 

6 milyon kişi güvenmiş ve oy vermiş Türkiye'nin "Büyük İnsanlık" rüyasına ve bu barış rüyası artık iktidar dengelerini belirleyecek siyasi bir güç olmuş. Kolay değil, ardında elli yıldır nice canla ödenmiş bir bedelin yarattığı birikim var. Şimdi daha fazlası gerekiyor. Yıllardır sadaka balıkla açlığı bastırılan, AKP seçmenin tabanına balık tutmayı öğretmek gerekiyor. 

Bir sonraki seçimde, hem de erken seçimde, çok değil, 1 oya 2 oy eklemek AKP'yi yok etmek ve Büyük İnsanlığa iktidarın yolunu açmak demek. Bunun yolu da, seçim boyunca dayanışma ve desteğini "Büyük İnsanlık" bildirgesi ve ilkelerinden sakınmayan, Türkiye'nin elli yıllık ilerici-devrimci-demokrat-sosyalist geleneğinin, emek-insan-doğa üçlemesinin üzerinde, eşit yurttaşlık, çoğulcu, katılımcı, ekolojik ve demokratik bir siyasetin ortak hedeflerinde buluşmasından geçiyor. Yıkılan barajın her taşında elli yıllık bu birikimin teri ve izi var. Şimdi o taşlarla HERKES için yeni bir yaşamı kurma zamanı. O kadar da zor değil yani...

...ve tabii ki, her zamanki gibi, hâlâ CHP'li görünen ama "devletin bekâsı" uğruna, içindeki elitist ve ayrımcı nefret saikiyle gizli gizli AKP diktatörlüğünün eteklerine tutunmuş, şarjör tutucu, statükocu aklın dehşetinden sakınmak gerekiyor. 

Düşmanın tehlikelisi görünmeyendir...

8 Mayıs 2015 Cuma

Festina lente (*)

Sigarasını söndürüp bindi otobüse. Bir gazete ve bir dergiyi çıkartıp çantasından ön koltuğun cebine koydu, el çantasını da yerleştirdi üst göze. Artık yola koyulabilirdi. Saatine baktı, beş dakika daha vardı otobüsün kalkmasına. “Bir sigara daha mı içsem acaba?” diye düşündü, vazgeçti. Karşıdaki dönerciye takıldı gözü. Bundan dört ay önce, o beş yıllık geçmişin karabasanını sırtına yükleyip geldiğinde, sabahın kör seherinde otobüsten inmiş ve orada kahvaltı etmişti, iki poğaça bir çayla.

Daha yirmi dört yaşında bunca yükü taşıyabilir mi bir insan? Taşıyor işte mecbur kalınca. Hayata pamuk ipliğiyle değil de, bir sürü ipin birbirinin üstüne dolanarak sarılmış bir halatla bağlı olunca insan dayanabiliyor her türlü sıkıntıya. Aşk acısı, yıllar boyunca büyütülmüş bütün umutların bir anda suya düşmesi, ilk gençlik hayallerinin bir gecede kırılıp un ufak olması, zifiri karanlığın içindeyken, en yakınında sandığı, dost bildiklerinin aslında çok uzakta olduğunu, en güvendiği, dağ gibi sırtını dayadığı ailesinin bile, kendi bildiği dilde konuşamıyor olduğunu ayrımsadığı anda, kapkaranlık, çok derin bir kuyunun içinde buluvermişti kendini. Küçücük bir ışık için kibrit yakmaya bile mecali kalmamıştı onca kakofoni içinde.

Çalıştığı firmanın patronu yeni bir ihale alıp, bu zengin sahil kasabasına “gider misin?” diye sorduğunda, tereddüt etmesi için hiçbir neden yoktu. O büyük şehirde, yıllardır var ettiği bağların hiç biri, bu teklifi reddetmesi için yeterli değildi. Bir anda kararını verip, hiç düşünmeye bile ihtiyaç duymadan “giderim tabii ki” demişti. Onca yıkıntıyı ardında bırakıp, kafasını çevirip bakmaya bile gerek duymadan, ertesi gün düşmüştü yola.

Burada kaldığı dört ay boyunca son beş yılını filtreden geçirdi. Kendine hiç acımadı, acıması için bir neden yoktu zaten. Duvara çarpmış ve duvar yıkılmıştı. Aslında beş yıl boyunca emekle örmüştü o duvarı ama olsun, o çarpmasa gene yıkılacaktı, hem o zaman, altında bile kalabilirdi yıkıntının. Kaybedecek hiçbir şey olmadan, kendine küsmesi için hiçbir neden yokken, bütün hesaplaşmalarını yaptı geçen dört ay içinde; hem kendisiyle, hem geçmişiyle, hem çevresiyle. Suçları değil, sebepleri yakalamaktı derdi. Büyük şehrin o cehennem kalabalığında mümkün değildi bu sorgulama. O mahşerin içinden çıkan her parazit yeterliydi kaytarmak için. Neyi yanlış yaptığı değildi derdi, yaşanan yaşanmış, ödenecek fatura çıkmıştı ortaya. Artık, bundan böyle, nerede, ne yapmaması gerektiğini öğreniyordu. Yaşananlar öğrenmenin bedeliydi zaten. Her şey böyle değil miydi hayatta? Bütün bir yaşam, tercihlerimizin bedelini ödemekle geçmiyor mu?

Gözü hâlâ karşıdaki dönercideydi. Çakılıp kalmıştı bakışı ama zihni o geçen dört ay boyunca yaptığı hesaplaşmaların bilançosundaydı. İşte tam o sırada fark etti koşa koşa, telaşla otobüse doğru koşan çifti. Elele koşarmış gibi ama aslında uçarak geldiler otobüse. İkisinin de dudaklarının gamzesi neredeyse kulaklarındaydı bindiklerinde. Kıkırdayarak yerleştiler bir öndeki koltuğa. O kadar rahat, neşe ve hayat doluydular ki, otobüs kaçmış olsa bile arkadan uçarak yetişirlerdi nasıl olsa. Aşk böyle bir şey işte. Bilmez mi? Otobüsün saatini bile unutturur insana.

Yok, kıskançlık değil, hayranlıktı hissettiği gençlerin mutluluğunu görünce. Hak edilmiş bir mutluluktu, gözlerin ışıltısından belliydi. O da hak ediyordu bu mutluluğu, emindi ama üst üste gelen şanssız rastlantılar, şimdilik ertelemişti yüzündeki gülücükleri. İşte birazdan, otobüs hareket edecek ve o hak ettiği mutluluğa ulaşacağı yeni bir yaşama ulaştıracaktı sabaha. Yol birkaç saatti ama buraya geldiğinden beri beyninin kıvrımlarında dolaşan filmler birbiri ardında geçiyordu aklından şimdi. O mutlu genç çiftin ön koltuğa yerleşmesiyle birlikte otobüs harekete geçmişti aslında ama dört ay boyunca zihninde yaptığı beş yıllık hesaplaşmayı o bir kaç saniye içinde yeniden gözden geçirdi; kararlarını da elbette.

Buraya gelirken sırtını kambur yapan karabasan yükün yerinde geçmişin hesaplaşmasıyla büyüyen kanatları vardı artık. Hayata ve geleceğe dair bütün kararlarını gözden geçirdi. Artık dönünce nerede, ne yapmaması gerektiğini çok iyi biliyordu ve hayata yeniden başlarken yavaş yavaş acele etmesi gerektiğinden de emindi. Hemen kalemini çıkarttı, aklındaki dizeleri koltuk cebine koyduğu derginin arka sayfasına yazmaya başladı:


Ardımda koca bir deniz,
maviden beyaz kara bir deniz.

Gemileri yanmış uçsuz bir deniz,
dalgaları külden engin bir deniz.

Coşkun yakamozları karanlık bir deniz,
ay ışığından parlak perili bir deniz.

İçinde benliğim kurutulmuş deniz,
gelecek yağmurda ben ve deniz, ikimiz.


(*) Festina lente: Erasmus’un çok sevdiği, “yavaşça acele et” anlamında latince bir özlü söz.


Can ÇINAR, İstanbul, 8 Mayıs 2015