24 Şubat 2015 Salı

Aya bile gidebilir, çok isterse…

Hadi bakalım! Doktor çok biliyorsa ikna etsin beni” diye geçirdi içinden gözlerini kapatmadan önce. Uykusu yoktu aslında ama sabah erken kalkacaktı, söz vermişti, ayıp olurdu gitmezse.

Birkaç hafta önceydi, o çok sevdiği meyhanede emekliliği kutlarken, yan masayla kaçınılmaz muhabbette tanışmıştı o doktorla. Yakındaki devlet hastanesinde görevli bir göğüs hastalıkları uzmanıydı. Tabii ki sigaraya bağlandı muhabbetin konusu. Üzgündü doktor, babasına da o kötü hastalığın teşhisi konmuş bir hafta önce, hem de akciğerlerde. Üstelik hayatı boyunca hiç de sigara içmemiş baba. “Yazık” diye geçirmişti içinden, “adamcağızın bağışıklığı zayıf kalmış hâliyle” diye düşündü, ama söyleyemedi tabii ki doktora.

Aslında ne zamandır düşünüyordu bırakmayı, ama hiç denememişti bile bugüne kadar. Niyetlenip de bırakamazsa çok bozulacaktı. Bir de yerine ne koyacaktı ki? Önceleri hep öyle savunmuştu sigarayı. En çok da annesi söyleyip dururdu her fırsatta “sen de bir bıraksan” diye. O daha çocukken ailede herkes içerdi. Artık, bir o kalmıştı kararlılıkla devam eden. Babasının nasıl bıraktığını iyi hatırlardı. Daha çocukken, baba da gencecikken ağır bir kalp krizi geçirmişti. Alelacele, panik hâlinde hastaneye yetiştirmişlerdi. Neyse ki zamanında müdahale edildi ve atlattı. Otuz beş yıl gayet muntazam biçimde içmişti baba da. Ama o günden beri tek bir tane koymamıştı ağzına. Seksen yaşını geçmişti çoktan. O krizden sonra çok dikkat ederdi kendine. Demek ki, sigara içenler de uzun yaşayabiliyorlar, zamanında vedalaşabilirlerse elbette.

Gözlerini kapattı uyumaya çalışarak, ama beyin farkında değil ki sabah erken kalkacağının. Fıldır fıldır çalışıyor, kendi kendisiyle hesaplaşmak derdinde. Ne zamandır düşünüyordu. Kapalı mekânlarda sigara yasağı bir ay sonra başlayacaktı. Kaygılıydı fazlasıyla. Özellikle yurt dışında başı çok ağrımıştı bu yüzden. O koca havaalanları kâbus gibiydi. Bir keresinde, İspanya dönüşünde, erken gelmişti alana. Eskiden orada serbestti sigara her yerde, ama bu gidişinde sadece özel olarak ayrılmış alanlarda içilebilir olmuştu. Beklerken, kahvesini içip okurken tüttüremiyordu sigarasını, ne acı. Binanın tam tersi yönde bir ucundaydı serbest alan. Üç kez gitti geldi beklerken. Çantasını da bırakamıyordu ki.

Hele ki, İngiltere dönüşünde, arkadaşıyla “smoking room” oklarını takip ederek gittikleri oda, dumandan göz gözü görmeyen, pislikten hiçbir yere dokunulmayacak kıvamda, hani ‘domuz bağlasan durmaz’ denebilecek bir mekândı. Yakar yakmaz, “n’apıyoruz biz yahu?” deyip sigaraları atıp hızla uzaklaşmışlardı oradan. En acayibi de o odadan çıkarken herkes onlara bakıyordu, maymun görmüş gibi.

Hadi oralarda misafirdik. İş için gidince, arada bir ortamdan uzaklaşmak, nefeslenmek iyi oluyordu sigara bahanesiyle dışarıya çıkmak” diye geçirdi içinden, ama bir ay sonra burada, kendi evinde, her gün, her saat, her gittiği yerde aynı maymun muamelesiyle karşılaşmak ihtimali yeterince tedirgin ediciydi. "Bırakabilir miyim acaba?” diye düşünmeye başlamıştı, o doktor onu arayıp randevu verdiğinden beri. Hastanede gönüllü olarak bir ‘sigara bırakma kliniği’ açmışlar, dışarıdan arayanlar ancak üç ay sonraya randevu alabiliyorlarmış, ama o sohbetin hatırına kıyak geçmişti doktor, hemen üç hafta sonrasına vermişti randevuyu.

Randevu haberini aldığından beri kendi kendisiyle hesaplaşma içindeydi. Çalışırken hep “emekli olmadan bırakamam” diyerek geçiştirmişti gelen “bırak” salvolarını. Eskiden kendi odasında, çalışırken de içebiliyordu ama yönetim değişince odalarda içmek yasaklanmıştı. Saat başı alt kata, kapının önüne çıkıp içiyorlardı üç beş kişiyle. O vaziyette işler yetişir mi? Tabii ki her akşam mesaiye kalmak zorunda kalıyordu, hem de ücretsiz.

Neyse, artık emekli olmuştu. Şimdilik, üç aydır evde dinlenmeyle geçiyordu günler, ama yakında yeniden çalışmaya başlayacaktı. Bugünler eski dostları ziyaretle geçiyordu. Çok ihmal etmişti onları, onca yoğunluk ve hayat gailesi insanda ne hâl bırakıyordu ne de zaman. En son dün, 25 yıldır görmediği, eski okul arkadaşını ziyarete gittiğinden beri kafası karışıktı, yeni bir iş teklifi yapmıştı arkadaşı. Fabrikanın yönetimini teslim edebileceği güvenilir birini arıyordu. Son bir yılda üç kişiyi denemiş ama güvenememiş onlara. Zaman istemişti biraz hem dinlenmek, hem de düşünmek için; aslında yeniden çalışma havasına girmek için zaman kazanmaktı amaç.

Hava güneşli. Yürümek güzel olacak. Yaktı bir sigara. Caddeye çıkınca attı, daha yarıya gelmeden. Gerek yoktu ki sigaraya, egzoz dumanı yetiyordu zaten öksürtmeye. On dakika sonra hastaneye ulaşmıştı zaten, siren sesleri arasında. Danışmaya yanaştı, ikinci kata gönderdiler ama önce vezneye uğraması gerekiyordu. Kaydını ve ödemesini yaptı. Klinik sekreteri onu bekliyordu zaten. Hemen bir röntgen isteği hazırladı ve en alt kata gönderdi akciğer filmi için, dönerken de nefes kapasite testine girdi, geri döndü. Karşı sandalyede güleç yüzlü, yaşlıca kır bıyıklı biri oturuyordu. Odaya girince gözleriyle selamlaştılar. Sekreter de tanıştırdı. Birlikte gireceklerdi doktorla görüşmeye. İkişer kişi giriliyormuş, birbirine destek oluyormuş bırakma aşamasında, doktor söylemişti daha önce.

Kapı açıldı, “hoş geldiniz, buyurun” dedi doktor. Yol verdi kader ortağına. Girdiler. Küçücük bir oda, küçük bir masa, üstünde bir taşınabilir bilgisayar, kalemlik, reçete koçanı ve beyaz, kartondan bir kutu… Doktor perdeyi çekti, güneş doğrudan yüzlerine vuruyordu hastaların. Stetoskopu çıkarttı, ilk iş ciğerleri dinlemek. Gömlekler çıkartıldı, atletler sıyırıldı. Tekrar masaya döndüler. Bir test sınavı… Bağımlılık seviyesini ölçüyormuş. İlginç sorular. ‘Ne kadar zamandır’, ‘Günde kaç tane?’, ‘Hiç bırakmayı denedin mi?’, ‘Neden içiyorsun?’, ‘Ailede başka içen var mı?’ ve daha bir sürü ahiret sorusu. Sanki bilemezlerse cennete almayacaklar, o kadar gerildiler ikisi de. Neyse doktor sohbete devam edince ısındı biraz ortam.

Kader ortağı defalarca bırakmayı denemiş, bir sürü değişik yöntem uygulamış ama her defasında tekrar başlamış. O yüzden bağımlılık notu daha yüksek çıktı. Hoşuna gitti bu durum. Otuz yıldır hiç ara vermeden, bir gün dahi boş geçmeden içmeye devam edip, hiç bırakmayı denememişti bile. Gönlü okşanmış hissetti doktor “sen daha az bağımlısın, daha kolay bırakabilirsin” deyince. Nefes testinin sonucunu doktordan duyunca da, hafifçe titredi ama hissettirmedi ikisine de, akciğerlerde ki karbon monoksit miktarı normal bir insanda olması gerekenin tam yüz katıymış.

Bir tek dal sigaranın içindeki bilmem kaç yüz bin çeşit zehirle başladı anlatmaya doktor sigaranın zararlarını. Bir sürü çeşit hastalık olasılığının sigara içenlerde içmeyenlere göre kaç kez daha yüksek olduğundan söz etti. Hele ki pasif içicilerinin vay hâline, sigara içenlerle aynı mekânda bulunanlar da en az içenler kadar da içmiş oluyormuş, “tabii, hem para da vermiyorlar” diye gülümseyerek geçirdi içinden. Üçüncü dakikadan itibaren sıkılmıştı, söz alabilse, o da sigaranın bin bir yararını anlatabilirdi. Kader ortağına üzüldü sonra, tuttu kendini. Adamcağıza yazık olacak o kadar heveslenmiş bırakmaya.

Neyse bu sıkıcı fasıl bitti. Bir poster çıkarttı masanın altından. Ruloyu açtı doktor, ayağa kalktı. Anatomi atlasından çıkmış bir vücut resmi. Farklı organlardan birer ok çıkmış, İngilizce açıklamalar var her okun ucunda. İki kader ortağıyla bu hilkat garibesi görüntü arasında neredeyse bir metrelik bir aralık var. Doktor tek tek açıklıyor, sigara içenlerin organlarında gelebilecek hasarları. Görüntü dehşet verici; bir göz yok, akciğerin biri çürümüş, bir bacak kesik, elde iki parmak eksik, kalbe giden damarlar büzülmüş, midenin çeperi sararmış, karaciğer morarmış, beynin yarısı pörtlemiş…

Önce gözlerini kaçırmaya çalıştı ama nafile, küçücük odada bakabilecek başka yer yoktu.  Doktor anlattıkça mecbur hissediyordu insan gözlerine bakmaya. Baktıkça da o resmi görmemek olanaksız, gözün görme alanı yüzünden… Bir anda kafasının içinde, otuz yıldır biriktirdiği bütün savunma mekanizmaları paldır küldür çökmeye başladı. Her şeye verecek bir cevabı vardı; kırk çeşit zarara karşılık, kırk dört çeşit yarar sayabilirdi, ama doktorun saydığı arazların üç gün, üç ay ya da üç yıl içinde başına gelmeyeceğini iddia edebilmesi için elle tutulur hiçbir gerekçe ya da bahanesi kalmamıştı.

Eee? Ne zaman bırakıyorsunuz sigarayı?” diye sordu muzipçe gülümseyerek. O kadar emindi ki sesi, itiraz çıkmayacağından. Ne kadar süremiz var?” diye sordu. Biz bir hafta ya da on gün süre tanıyoruz” dedi doktor. Kafasında bir hesap yaptı, o gün cumaydı, gelecek hafta sonunu da kullanırsa tam on gün sayılırdı. “Gelecek Pazartesi” diye atladı hemen, kader ortağından önce... Biz” dedi doktor, “sigarayı bırakmaya karar verenler için bazı destek önerilerimiz var, onları tanıtayım” diye devam etti.
  
Tek tek çıkartarak saymaya başladı masadaki kutuda bulunan destek malzemelerini. Nikotin bandı, nikotinli çiklet, tespih, sabır topları, ilaçlar, bitkisel karışımlar… Sabır topuna kafası yatmak üzereydi tam ama kader ortağı yeni çıkan bir ilacı sordu doktora, daha önce duymuş. Doktorun saydığı desteklerin hemen hemen hepsini denemiş kader ortağı, ama hepsi ilk zamanlar etkiliymiş ama sonradan hep sigara üstün gelmiş. O bitkisel ilaç yeniymiş, yan etkileri yokmuş neredeyse, çoğunlukla tercih ediliyormuş. Beyindeki nikotin alıcılarını oyalayan bir mekanizması varmış, diye ballandıra ballandıra anlattı doktor. Hemen birer reçete yazdı ve gelecek cumaya tekrar çağırdı ikisini de, sohbete devam etmek için.

Bir hafta sonra gittiklerinde, yarı yarıya azalmıştı sigara tüketimleri, bir haftadır kullandıkları ilacın etkisi herhalde diye düşünmüşlerdi, ciğerlerde karbonmonoksit miktarı normalin yüz katından, on katına inmişti. Şaşırdılar, hoşlarına gitti tabii ki. Çok değil, bir beş dakika sohbet ettiler, doktor kararlılıklarını ölçtü muhtemelen. On beş gün sonra tekrar görülmek üzere ayrıldılar.

Pazar günü akşamüstü, sigarası bitti. Ama daha geceye çok vardı. Hemen indi bakkala. Yeni bir paket daha açtı. Gece boyunca hep “bu son” diyerek yaktı her sigarayı, ama hepsini yarısında söndürdü. Eskiden olsa ziyan olmasın diye sonuna kadar içerdi. Saat gece yarısı olmadan uykusu geldi, oysa geçen haftaya kadar ikiden önce uyuyamazdı, “ilacın etkisidir” diye düşündü.

Sabah uyandığında gergindi. “Hadi bakalım! Bir gün içmeyeceğim. Ne olacak görelim.” diye düşündü yataktan kalkarken. Kahvaltıdan sonra gerildi biraz daha. Kahvenin yanında mutlaka sigara içerdi… O gün kahve içmedi, sigara da. Hemen gidip uzandı, biraz daha kestirdi. Kalktığında öğleye yaklaşıyordu saat. Hava çok güzeldi. Yakındaki parka gitti. “Biraz yürüyüş iyi gelir. Parkta yürürken canı sigara istemez insanın” diye düşündü. Giderken yanına su da aldı. Canı çok içmek çekerse, su içecekti, doktor da önermişti bunu.

Sonra akşam oldu, sonra gece oldu. Gene uykusu geldi erkenden. Bir gün geçmişti. Hiç de kötü bir şey olmadı. Kendine güveni bile geldi. “Hadi bakalım! Üç gün içmeyeceğim. Ne olacak görelim.” diyerek uyudu. Üç gün geçti, gene bir şey olmadı. Üçüncü gün, kahve de içti üstelik. Gene bir şey olmadı. Sonra… “Bir hafta içmeyeceğim. Ne olacak bakalım” dedi… Bir hafta sonra da “on beş gün içmeyeceğim, bakalım” dediğinde, artık her sabah yedide zımba gibi uyanıyordu, gece kaçta yatmış olursa olsun.

Bütün o geceler boyunca, o son paket sigara evdeki büfede duruyordu. Rahattı, panik yapacak bir durum yoktu, isterse gidip içebilirdi… Eğer isterse! O gün, hastane randevusuna giderken kendini ödüllendirdi. Bir kitapçıya uğradı, en sevdiği yazarın son iki kitabını aldı. Erteleyip duruyordu ne zamandır. İki haftalık sigara parasından daha bile az tuttu. Üstüne de, artan parayla,  köşedeki pastaneden dondurmalı tavukgöğsü ısmarladı kendine. Ne zamandır yememişti. Tatlıdan sonra sigara istemediğine de şaşırdı, bol bol su içmişti zaten sonrasında.

Hastanede nefes testi yapıldığında akciğerlerdeki karbon monoksit miktarı, hiç sigara içmeyenlerle aynı düzeye inmişti bile. Hissediyordu zaten. Birkaç gündür meyve yemeye bile başlamıştı. Sigara içerken meyvelerin tadını almadığını anladı. O yüzden sevmiyormuş demek. Çıkışta, arkadaşını ziyaret gitmek için, dolmuşa bindi. Onun ardından, gençten biri oturdu yanına. O kadar sigara kokuyordu ki, yarı yolda indi dolmuştan dayanamadı. Acaba sigara içerken o da mı böyle kokuyordu? Hiç aklına gelmemişti, hiç algılamamıştı kendi kokusunu.

Bir ay daha içmedi, hiçbir şey olmadı… O nikotin alıcılarını oyalayan ilacı da kesti, aslında üç ay kullanması gerekiyordu, bir şey olmadı. Sonra üç ay daha içmedi, sonra altı ay… Gene bir şey olmadı. O son paket hep duruyordu büfede. İstediği zaman gidip yakabilirdi bir tane.

Derken bir yıl, üç yıl, beş yıl…

Sigara içmemenin, içmekten daha güzel olduğunu keşfetmişti ve artık içmemeyi tercih ediyordu… İstediği zaman içebilirdi ama… O güven duygusu öylesine baskın ve büyüktü ki, bunca zaman sigara içmediğine göre hayatta yapamayacağı hiç bir şey yok, isterse aya bile gidebilir artık…



           

16 Şubat 2015 Pazartesi

NEDEN bu ülkede...

#‎OzgecanAslan‬, artık hep 20 yaşında
  • Neden bu ülkede, 20 yaşında bir öğrenci okula giderken yanında biber gazı spreyi taşımak zorundadır?
  • Neden bu ülkede, gencecik insanlar okumak için şehirden uzak kampüslere ulaşmak zorundalar? 
  • Neden bu ülkede, öğrenciler okullarına erişebilmek için "kimin kullandığı belli olmayan" minibüslere binmek zorundalar?
  • Neden bu ülkede, anne-babalar okula giden çocuklarının eve dönüp dönmeyeceklerinin kaygısıyla yaşlanırlar?
  • Neden bu ülkede, gencecik öğrenciler okula giderken ya da okuldan dönerken ölür, öldürülür?
  • Neden bu ülkede, yaşayan bazıları öldürenleri aklamak için seferber olup, kurbanı linç etmeye çabalar?
  • Neden bu ülkede, yaşayan diğer bazılarının aklına, "kana kan intikam" hırsı dışında, "bir daha olmaması için" gerçek nedenleri bulup köklü çözüm üretmek gelmez?
  • Neden bu ülkede, hayata dair bütün öfkelerimizi kusmak için hep birilerinin ölmesini beklemek zorundayız?
  • Neden bu ülkede, birileri yedikleri haltları aklamak için, hep "başka yerlerde de oluyor böyle şeyler" savunmasının arkasına gizlenir?
  • Neden bu ülkede, hiç bir sorunumuzu insanlığın ortaklaşmış erdemleri ve değerleri üzerinden objektif olarak tartışamayız?
  • Neden bu ülkede, bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen herkes bize ve bizim gibi düşünenlere düşmandır?
  • Neden bu ülkede, halkın ortak vicdanı hunharca işlenmiş bir cinayete karşı bir araya gelirken, birilerinin derdi sadece ve sadece diğerlerini ötekileştirmektir?

      ...
  • Bu ülkenin egemenleri bu kadar aşağılık, bu kadar vicdansız olmak zorunda mıdır?
  • Bu ülkenin egemenleri, sadece insan olabilmeyi düşündüklerinde egemenliklerini mi yitirirler?
  • Bu ülkenin erkekleri, hem kendilerinin, hem de kadınların "eşit insan" olduklarını kabul ettiklerinde "erk"lerini mi yitirirler?
  • Bu ülkenin kadınları, kendilerine "kadın" değil "bayan" dendiğinde daha mı az aşağılandıklarını düşünürler? 
  • Bu ülkenin insanları, diğerlerinin de kendileri gibi "eşit yurttaş" olduklarını kabul ettiklerinde insanlıklarını mı yitirirler?
  • Bu ülkenin insanlarının bir yarısı paranoyak, diğer yarısı şizofren midir ki, üzerinde birleşebilecek her erdemden uzak dururuz?
      ...

Bu soruların doğru cevaplarını bulmadıkça, bu ülkede

 "HİÇ BİRİMİZ GÜVENDE DEĞİLİZ!"

2014 Erkek Şiddeti Çetelesi



8 Şubat 2015 Pazar

UNUTULMASIN DİYE

         Bu sandığı götüremeyeceğim. Diğer eşyaların çoğu gibi bunu da bırakmam gerekiyor. Yaşı neredeyse yüz elliye yakın. Kaç ev gezdi? Kaç şehir gördü? Anneannemin emaneti. Evlenirken çeyiz sandığıymış. En sonunda bende kaldı işte. Torunlara bırakmak yerine, içindekileri mahallenin sosyal merkezine götüreceğim. Orada vitrin içinde sergileyecekler. Herkesin olacak artık. Öyle yaşasın anneannemin anısı da.

         Üç yıl önce, karaciğer nakli sonrası, “en az on yıl daha yaşarsın” dedi doktorlar. Daha önce, damarlar değiştiğinde motoru da yenilemiş olmuştum. Babam ölmeden on yıl önce, baypas ameliyatı sonrasında, “motor rektifiye oldu” demişti. O zamanlar yapay organlar üretilmiyordu henüz. Son elli yılda kök hücre kullanarak yapılan, doğala eşdeğer, yapay organ üretme yeteneği insanlık tarihinin en değerli buluşu olsa gerek. Çocukluğumda “yaş otuz beş, yolun yarısı” diyen şair bugün yaşasaydı “yaş otuz beş, henüz ergen olduk” diye yazardı o şiiri.

     Yeni sosyal dayanışma yasasına göre, yüz yaşını geçenler her mahallede, yerel yönetimlerin denetiminde mahalle dayanışma merkezlerine yerleşmeye başladılar. Ben de bu babadan kalma evi torunlara terk edip gideceğim. Önceleri istememiştim ama yetmiş yıllık iki can dostla birlikte karar verdik gitmeye. Yeme, içme, temizlik derdi yok. İstersen mutfağı kullanıp kendi yemeğini yapabiliyorsun, istemezsen de zaten çok lezzetliymiş yemekler. Arka bahçede de doğal tarım yapılıyor zaten, kendi sebzeni yetiştirebiliyorsun, sera bile yapmışlar. Haftada iki gün, hep birlikte olmak koşuluyla içki de var, hem de deniz manzaralı terasta.

         Odalar küçük, herkese yetecek kadar. Fazla eşyaları kabul etmiyorlar. Sadece giysiler ve dolabın alabileceği kadar birkaç özel anı eşya. Her odada yeterli boyutta birer hologramlı ekran var. Şifresini tanımlayınca, kol içindeki elektronik yongayla kablosuz bağlantı kurulabiliyor ve her türlü iletişime izin veriyor. Hem televizyon, hem görüntülü telefon, hem bilgisayar oluyor ekranı. 

         ‘Miras’, ‘kullanma hakkı’ olarak yeniden tanımlandığında, paylaşılamayan eski yapılar kamu yararına kullanılmak üzere yerel yönetimlere devroldu. Sahildeki o eski lüks otel binası da sosyal dayanışma merkezine dönüştü. Merkezde kalmak üzere gelenler, kitaplarını kendi adına kaydederek yandaki kitaplığa veriyor. Eski bir Osmanlı paşasının köşkü restore edilip, gene bu merkezin kontrolünde, halka açık bir kütüphane ve bilgiye erişim merkezi yapıldı. Bütün ilçe yararlanabiliyor artık.

         Elli yıl önce bu olanaklara sahip olmak için çok zengin olmak gerekiyordu. Herkes canla başla çalışıyordu yaşlanınca ele güne muhtaç olmamak için. O, hayat gailesi denen kaosun içinde, ne olduğunu bile anlamadan yaş alıp duruyorduk. Tam emekli olup, kenara çekilecekken de vücut arızaları başlıyordu sırayla. O hayata direnebilenler bugüne kadar gelebildi. 

         Dünyanın kaderi 2032’deki küresel krizle değişti. Bütün parasal zenginlik sadece yüz küsur ailenin elinde birikince, artık paranın para kazanma yeteneği kayboldu. O koşullar altında, elde ya da bankalarda birikmiş paranın da hiçbir geçerliliği kalmadı. Dünyada her şey satılık olunca ve artık alıcı da kalmayınca, her şeyin parasal değeri de yok oldu. İnsanın doğaya ve kendine dönüş çağı başladı. Tam da bu krizin ardından, arka arkaya gelen depremler ve su taşkınları sonrası, doğa yüzyıl boyunca insanın kendinden çaldığı her yeri geri aldı. Hayat dengesini yeniden buldu sonunda.

         İyi ki dostlar var. O ağır koşullardan başka türlü sağ çıkamazdık. Gidenler gitti ne yazık ki, ne çok üzüldük, ne çok ağladık gidenlerin ardından. Bugün bu yaşta hâlâ var olmayı becerebiliyorsak dostlarla birbirimize tutunabilmeyi başardığımız içindir. Bundan sonra da öyle olacak, yaşadık ve öğrendik. Şimdi artık bunun tadını çıkartma günlerindeyiz, yine sımsıkı sarılarak birbirimize.
 
         Sandığı boşalttım. Oyalı allı-morlu başörtüleri, iki seccade ve kehribar tespihler, elde tığla işlenmiş sehpa örtüleri, kenarları dantel işlemeli ipeğimsi mendiller, rengârenk havlular. Bu nasıl bitmez tükenmez kokudur? Her havlunun içine sabunlar koymuş anneannem, belki de annem. Yüz yıldan fazla sürebilir mi bir sabunun kokusu? Gül ve lavanta kokusunu tanıyorum. Diğerleri de çok hoş kokular ama tanımlayamadım. 

         Renkli bir havlunun içinden bir paket düştü önüme. Ben daha çocukken bakkallarda kesekâğıdı olurdu. O zamanlar plastik torbalar daha girmemişti hayatımıza. İşte öyle bir kâğıda sarılmış, iple de bağlanmış bir paket. İpi tutunca elimde kaldı, ufalandı, çürümüş çoktan. Kâğıt da incelmiş iyiden iyiye, katları yapışmış birbirine ama dokununca parçalanıyor. Yuvarlak, teneke bir kutu elimde. Kapağında bir “gamalı haç” resmi. Unutmuşum bu sembolü, oysa gençlik yıllarımızda ne çok çıkardı karşımıza. Kitaplar, filmler, oyunlar, eski siyah beyaz fotoğraflar; o korkunç savaş yıllarının simgesi. Resmin üst tarafında “seife”, altında da yunanca bir şey yazıyor. Kablosuz gözlüğümü taktım, tarayıcısıyla görüntüyü sorgulattım internet üzerinden. Hemen geldi cevap, yunancası da “sapoúni” diye okunuyormuş. İkisi de ‘sabun’ demek yani. Daha da arttı merakım. Kapak paslanmış, neredeyse kaynamış kutuya. Zor oldu ama bıçağın ucuyla kanırtıp açıverdim. Garip, tanımadık bir koku yayıldı ansızın, genzimi yaktı bir an. Yuvarlak, rengi sarıya kaçmış bir sabun çıktı kutudan. Üstüne de bir kartal resmi basılmış. Kupkuru. Yüz yıldan fazladır hiç hava almadan, nemlenmeden kalmış kapalı kutunun içinde. Elime aldım, acayip bir his dolaştı bedenimde, elektrik akımı sanki. Sabunun altında, kutunun içinde dörde katlanmış bir de kâğıt var. Açtım. Eski türkçe, rengi mora yakın sabit kalemle bir yazı. Hemen taradım, gönderdim; “unutulmasın diye” yazılmış. Anneannem yazmış olmalı. Yeni türkçeyi bilmezdi. Savaşa kadar gidebilmiş okula, eski türkçe okuryazardı.

         Daldım... Kalakaldım… On bir yaşım geldi aklıma… O zaman anlatırdı, savaş yıllarından sonra, işgal bittiğinde Ege’nin öte tarafından gelen akrabaları. Onlardan kalma, bugüne bir hediye mi acaba bu sabun? O an karar verdim. Sahilde, iskelenin yanında, yeni açılacak olan “geçen yüzyıl” müzesine teslim etmeli bu kanlı fosili. Açılışa komşu Tsipras'ın çocuklarını da çağırmalı mutlaka. Bunu görmeliler.  O köhne dünyanın kilit taşına ilk kazmayı babaları vurmuştu, dedelerinin dinmeyen acısıyla. Yeni denge çağının yeniden doğuşu da yine bir Akdeniz güneşiyle orada başladı, tam elli yıl önce.


Sevgili AYDAN ÇELİK'ten... Unutulmasın diye...