25 Ağustos 2015 Salı

GEREKLİ bir AÇIKLAMA

Gördüğüm lüzûm üzerine, 

zorunlu olmasa da GEREKLİ bir AÇIKLAMA


Facebook profilimin “hakkında” kısmında aynen şunları yazmışım, zamanında:

''Homo sum nihil humanum a me alienum puto" (İnsanım, insana dair hiç bir şey bana yabancı değildir) demiş düşünür bin küsur yıl önce... Ben de ekliyorum : ''İnsanım, insana dair olmayan, insanca olmayan her şey bana yabancıdır''. O halde, ÖNCE İNSAN, ÖNCE BARIŞ !

…ve devamında eklemişim Oya Baydar’dan alıntılıyarak: “Söz konusu barış, insan ve yaşamsa, gerisi teferruattır.

İyi ki de öyle yapmışım. Hayat, beni her geçen gün biraz daha fazla doğruluyor.

Son günler, ne yazık ki, bu barış özlemini daha da çoğaltıyor.

Sanırım 15 yaşlarındaydım; o zaman da aklımın erdiğince dünya ve hayat meselelerine kafa yorardım, ki o 70’li yıllar, sokaklarda her gün gencecik insanların katledildiği günlerle doluydu, doluyduk… O yaşların vicdanıyla, kendime “ben bu dünyada bütün insanların ayrımsız eşit, özgür ve mutlu yaşamalarını istiyorum” demiştim. Neredeyse 40 yıl geçti üstünden, çok zorlu, acılı zamanlardan, şairin dediği gibi “ellerimizi kirletmeden” geçtik. Dünya değişti, yüz yıl değişti, herkes değişti, ben de değiştim, ama 15 yaşımın vicdanı değişmedi; ben hâlâ “bu dünyada bütün insanların ayrımsız eşit, özgür ve mutlu yaşamalarını istiyorum.” Bunca yıllık yaşanmışlık ve öğrenmişliğin vicdanımın üstüne koyduğu “sır” ise, bu özlemin ancak ve ancak “sınırsız ve sınıfsız bir toplum” ütopyasında mümkün olabileceği gerçeği.

Bu sayfalarda, kahir çoğunluğunu birebir tanıdığım, yıllarca dostluğunu biriktirdiğim arkadaşlarımla, hayata, dünyaya ve güne dair bilgi, duygu ve düşüncelerimi paylaşıyorum, çoğaltıyorum; çünkü ben de böyle zenginleşiyorum. Ne yazık ki, son yıllarda, ülkede yaşadıklarımızın da etkisiyle, bu paylaşımların ağırlığını da gündeme dair siyasi gözlemlerim ve değerlendirmelerim oluşturuyor. Ne yapayım? Vicdanımın, ortalık yerde işlenen bunca suça karşı sessiz kalmaya tahammülü yok. Benim tahammülsüzlüğüme tahammül gösteren tüm dostlara teşekkür ederim; ancak açıktır ki hiç kimseden de böyle bir tahammül beklemeye hakkım yok.

Tüm paylaşımlarımda, öfkelensem de, sinirlensem de asla kişilere küfür, hakaret, aşağılama, ayrımcılık içeren hiçbir niteleme de bulunmamaya hep özen gösterdim, gösteririm. Yaşadığımız melanetlerin kişilerden değil, sistemden ve sistemin kurduğu mekanizmalardan ve kurumlardan kaynaklandığını düşünürüm. Eleştirilerim de hep bu kurumlara yöneliktir. Elbette bu kurumların başına geçip de melanete suç ortaklığı yapanlar, bu mekanizmaların içinde olanlar da paylarını almışlardır bu eleştirilerden. O kadarına da hakkım olsun… Herhalde… Ama asla ve asla, kişi ya da kişilere, gruplara, aidiyetlere yönelik “küfür”, “hakaret”, “aşağılama” ve “ayrımcılık” içerikli bir nitelemede bulunmamaya, her zaman çaba gösterdim bugüne dek.

Bana ait olan, tamamen dostlarımla, dostlukla paylaştığım bu sayfada da, dostum olsun olmasın, hiç kimsenin kişi ve kişilere yönelik “küfür”, “hakaret”, “aşağılama” ve “ayrımcılık” içerikli nitelemelerde bulunmalarına, öfke ve nefret kusmalarına ve düşmanlık üretmelerine de izin vermeme hakkına sahip olduğumu düşünürüm. Bunu yapmak isteyenlerin biriktirdikleri öfkelerini kusacakları bir sürü mecra var bu ortamda. Adres vermeye gerek var mı?

Siyasetin içinde fikir vardır, düşünce vardır, felsefe vardır, bilgi vardır ve hepsinden önemlisi “insan” vardır, dolayısıyla duygu da vardır. Ama “insana ait olmayan”, insana “yabancılaşmış” kavramlarla üretilmiş “hamaset” siyaseti sadece kirletir. Bizleri zenginleştirmez, sığlaştırır, fikirsizleştirir, yoksullaştırır.

Herkesin kutsal bildiğine saygım vardır, ama benim tek kutsalım “insanın insan gibi yaşama hakkı”dır. Hiç kimsenin, hiç bir kişinin, hiç bir aidiyetin, hiç bir siyasi grubun, hiç bir çetenin, hiç bir örgütün, hiç bir devletin ve de hiçbir devletler üstü kurumun “insanı yaşatma ve yaşama” hakkına tecavüz etmesini yani her ne nedenle olursa olsun “ölmeyi ve öldürmeyi” kutsamasını kabul etmem. Bir insanı, gerekçesi ne olursa olsun öldürmek ya da ölümüne sebep olmak en ağır, en aşağılık suçtur bana göre. Birinin ya da birilerinin ölümünü, öldürülmesini istemek, dilemek, ölüme ilenmek de bir o kadar suç ortaklığı. Katil katildir, hırsız hırsızdır. Adının önündeki sıfat ya da etiket, üzerindeki giysi ne olursa olsun, fark etmez.

Bir yurttaşın yaşama ve yaşatma hakkını korumanın ve bunun güvencesini yaratmanın görev ve sorumluluğu devletin elindedir. Bir devletin var olması için başka ne sebep olabilir ki? Devletin elindeki güç ve erk (iktidar) başka ne işe yarar? Bir ülkede insanlar ölüyorsa, öldürülüyorsa, suç işleniyorsa bunu önlemek devletin olmazsa olmaz görevidir. Yurttaşının yaşama hakkını koruyamayan, yurttaşını yaşatamayan bir devletse, elbette yurttaşının muhatabıdır. Suçu ve suçluyu bulmak yargılamak ve mahkûm etmek devletin asli görevidir. Ancak böyle yaşatabilir yurttaşını. Yapamadığı, yurttaşını yaşatamadığı yerde de yurttaşından alır cevabını. Yurttaşın muhatabı katili değildir, olamaz da. O zaman “devlet neden var?”, “o erk, o güç neye, kime yarar?” diye hesap sorarlar.

Maden kazasına işçisini, depreme öğretmenlerini, sellere köylüsünü, canlı bombaya gençlerini, dağdaki gerillaya askerini teslim eden, önlem almayan, koruyamayan, yaşatamayan devlet suçludur. Ölenlerin hesabını bu devletten, onu yönetenlerden, erki ve gücü elinde tutan beceriksiz, basiretsiz siyasetçilerden sormak da yurttaşın görevidir; yaşamak ve yaşatmak için

Hayatımız tercihlerimizin bileşkesidir. Hepimiz, dostlarımızı, arkadaşlarımızı seçmek hakkına sahibiz. Daha da büyük bir özgürlüğümüz olmasa gerektir. Hiç birimiz de, dost olsak da olmasak da, birbirimizin her dediğini onaylamak zorunda değiliz, olmamalıyız da; yoksa nasıl buluruz yanlışlarımızı? Nasıl zenginleşebiliriz?

Bizleri gerçek hayatta da, bu sanal sayfalarda da buluşturan tek gerçekse “insan” oluşumuz. Tüm farklılıklarımızla, farklı renklerimizle, düşüncelerimizle, duygularımızla ayrı ayrı ve “tek” birer “birey” oluşumuz. Bir arada yaşamayı sürdürmenin yolu da bu farklılık ve zenginliği yaşatmaktan geçiyor.

İşte bu yüzden, bir arada yaşamayı becerebilmek adına, sayfamda yapılan, “kim olursa olsun”, farklı düşünenlere (düşüncelere değil), başkalarına yönelik “küfür, hakaret, aşağılama ve ayrımcılık” içeren hiçbir yoruma izin vermiyorum. Gördüğüm anda siliyorum. Kimse kusura bakmasın…

Kendim için değil, sadece “insan ve barış kazansın” diye… 

Çünkü o zaman hepimiz kazanacağız.


Can ÇINAR, 25.08.2015



 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

GÖNÜLLÜ KULLUK


Değerli Hocam Michel Tagan'a teşekkürlerimle...

Etienne de la Boétie… 1530-1563 yılları arasında yaşamış, yani bundan yaklaşık beş yüzyıl önce. Yaşadığı dönemde “Denemeler”iyle bilinen Montaigne’in en yakın dostu. Kilisenin hükümranlığı altındaki skolastik karanlıktan, rönesansla birlikte aydınlanmanın döneminin öncülerinden. 32 yaşında aniden öldüğünde, en yakın dostu Montaigne, arkasından “kanımca çağımızın en büyük insanıydı” demiş.


O döneme kadar, siyasal düşünürlerin çoğu, siyasal iktidarın yararlı, iyi bir şey olduğunu söylerlerdi. Siyasal iktidarı ya da devleti "doğal" olmasa da “zorunlu” bir kurum olarak kabul ederek, bunların en iyi nasıl düzenlenebileceği sorununa odaklanmışlardı. Kendi döneminde ezber bozan biri olan La Boétie bu ön kabule karşı çıkar; ona göre siyasal iktidar “nefret edilecek bir olgu” dur. 

La Boétie, tek kişinin iktidarının eleştirisinden hareketle, kurumsallaşmış siyasal iktidarın özünde “kötülük” bulunduğunu belirtir. Ona göre siyasal yönetim biçimlerinin tümünün özünde aynı kötülük vardır; iyi iktidar olmadığı için hangi rejimin daha iyi olduğunu araştırmaya da gerek yoktur. Bu yüzden, insanların özgür olabileceği bir siyasal yönetim biçimi aramaz: "Siyasal yönetim iktidar demektir ve iktidarın olduğu yerde de özgürlük olmaz." Eğer öyleyse, nasıl oluyor da insanlar, özgürlüklerini ellerinden alan iktidara itaat ediyor, itaat etmekle de kalmayıp boyun eğiyor, hatta kulluk etmeyi arzuluyorlar?

İşte, Montaigne’e göre, La Boétie’nin 16-18 yaşları arasında “deneme” niyetiyle yazdığı , “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı kitabında bu soruya yanıt arar ve “Güç”, “İktidar”, “Otorite” ve “Devlet” kavramlarını sorgular:


La Boétie’ye göre;

• Halkın tek ödevi vardır: O da özgür olmaktır; çünkü özgürlük, insanın doğasıdır. İnsan dünyaya özgür gelir ve doğası gereği özgürlüğünü koruma duygusuna sahiptir. Buna rağmen, insan her yerde özgürlüğünü yitirmiş, zincire vurulmuştur.

• İnsan, hemcinsleriyle barış içinde yaşayabilmek için herhangi bir dış-yapay güce gereksinim duymayan bir yaratıktır. Doğa insanları akılsal yetilerle bezendirmiş, onları aynı biçimde yaratarak birbirlerini tanımalarını sağlamıştır.

• Var olan doğal eşitsizlikler ise toplumsal eşitsizlikleri yaratmaz; tam tersine insanlar arasındaki sevginin, dayanışmanın güçlenmesine neden olur.

• Özgürlüğün doğal olması, insanların kendilerini başkalarında görebilmelerinden, birbirlerini “yoldaş olarak” tanıyabilmelerinden kaynaklanır.

• İnsanların konuşma yeteneği, karşılıklı birbirini tanımalarını ve “konsensüs”ü sağlar. Bu yüzden, iyi toplum “doğaya ve akla uygun” olandır. Bu toplumda yönetenler ve yönetilenler farklılaşması yoktur.

• Siyasal iktidar, insanları bir koyun sürüsü konumuna indirgeyememiştir.

• Ancak bu özgürlük durumu ortadan kalkmış, insan tiranın hükmü altına girmiştir. Bu durumun sorumlusu öncelikle özgürlüğünü koruma duygusunu yitiren halktır. Ama bu insanların korkaklığı ya da alçaklığından değildir: 
“İki kişi tek kişiden çekinebilir; on kişinin de çekinmesi olasıdır. Fakat bin kişi, bir milyon kişi, bin kent, eğer kendilerini tek bir kişiye karşı koruyamıyorlarsa bu korkaklık değildir.”
• Demek ki bugün halkın boyun eğmesi, onun yalnızca özgürlüğünü değil, özgürlük istencini de yitirmiş olduğunu gösterir: 
“Halklardır kendilerini teslim edenler, daha doğrusu kendilerini ezdirenler… Kendi kendini kulluklaştıran, kendi boğazını kesen halk, özgürlük ve kulluk seçeneği karşısında bağımsızlığını terk edip boyunduruğu kabul etmiş ve bu kötü duruma razı olmak şöyle dursun onu arzulamıştır.”
• Üstelik, yeniden özgür olabilmek için tirana karşı koymak, onunla savaşmak bile gerekmez. İnsanlar özgür olmayı isteyip tirana kulluk-kölelik etmemeye karar verdikleri an tiranlık kendiliğinden yok olacaktır: 
“Eğer siz vermediyseniz, (tiran) sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidarı olabilir?”
• Bu durumda yapılması gereken şey, tirana destek olmamaktır
“Eğer onlara hiçbir şey verilmezse, onlara hiçbir şekilde boyun eğilmezse, savaş ve vuruşmaya gerek olmadan tiranlar çıplak ve zayıf kalırlar; artık onlar hiçbir şey değildir; ya da tıpkı su ve besi bulamayıp kuru ve ölü bir dal durumuna dönüşen bir kök gibidirler.”
• Oysa tersi bir davranış, halkını sömüren, ezen tiranın daha da güçlenmesine neden olur:
 “Tiranlar yağmaladıkça daha çok şey üzerinde hak iddia edip daha çok isterler, yakıp yıktıkça da onlara daha çok şey verilir ve daha çok hizmet edilir; böylece tiranlar her şeyi yok edip yıkmak için daha çok güçlenirler ve gittikçe daha güçlü ve daha zinde olurlar.”
La Boétie’ye kadar, siyasi düşünürlere göre, siyasal iktidar ve devleti belirleyen Prens’in istenci (voluntarizm) olmuştu. La Boétie ise onun yerine “efendisine, prensine hizmet etmeyi, kölelik etmeyi isteyen kulların istenci"ni koyar: 
“Siyasal iktidar ilişkilerinin kurumsallaşması için halkın özgür olma değil, kul köle olma istencine sahip olması gerekir. İktidar, yönetenlerin değil, yönetilenlerin istencinden kaynaklanır.”
Hem öncülü Machiavelli, hem de La Boétie için, “otorite”, ancak uyrukların kabul etmesiyle kurulabilir. Ancak Machiavelli, Prens’e uyruklarının rızasını “zorla” elde edebileceğini öğretirken, La Boétie halka reddetmenin ne denli güçlü bir şey olduğunu göstermiştir. Ancak halk gerçekten de o kadar güçlü değildir. Siyasal iktidar bir kez kurulup yerleşti mi, halk bu büyük gücünü psikolojik olarak tümüyle yitirir: 
“Boyunduruk altında doğup da özgürlüğün gölgesini bile göremeyip köle olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlayamayan insanların hoş görülmeleri ya da bağışlanmaları gerekir.”
İnsan bir “zoon politikon” değildir. Başka bir deyişle siyasal toplum doğal değil yapay bir olgudur. Kötü bir yazgı, bir kaza sonucu siyasallaşan insan siyasetin getirdiği bağımlılık ilişkisine girer.

La Boétie, bu kazanın nasıl olduğunu, tarihsel örneklerden yola çıkarak açıklamaya çalışır:
  1. Kuvvet yolu: Bazı insanlar zor, baskı, şiddet kullanarak diğerleri üzerinde egemenlik kurar. (Sparta ile Atina’nın silah zoruyla Büyük İskender’e boyun eğmesi örneğinde olduğu gibi.)
  2. Hile yolu: Halkın başkalarının kurnazlığı sonucu ya da kendi kendini aldatarak özgürlüğünü yitirmesidir. (Dionysios’un Siraküzalılara önce kral, sonra tiran olması gibi)
  3. Halkın nedensiz yere kendini kul köle kılması: Halkın kendini boyunduruk altına sokacak siyasal iktidar kurumunu yaratmasıdır. (Yahudilerin kendilerine bir kral seçmiş olması örneğindeki gibi)
Gönüllü kulluğun yerleştirilip sürdürülmesinde önemli rol, hükmetme gücünden buyurma gücüne dönüşen siyasal iktidar tarafından oynanır. Gönüllü kulluğun iki nedeni bu gerçekten kaynaklanır:

1. Bugünkü kavramlarla “ideolojik koşullandırma” birinci nedendir. La Boétie bunları görenekler, alışkanlıklar ya da eğitim olarak adlandırır. Bu türden kültürel ve ideolojik yapıların etkisiyle ilk oluşan siyasal iktidara bir şekilde boyun eğme konumunda olan insanlardan sonra gelen ikinci kuşak boyun eğmeyi sürdürür.
“İlk başlarda, kuvvetle alt edilmişlikten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka hakları ve malları olabileceklerini düşünmediklerinden de öte, doğumlarındaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler”.
Bu nedenle, siyasal iktidarı yıkmaya yönelik herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin gerektirdiği özgür düşünceden ve iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimser ve sürdürdükleri yaşamın dışında yaşam biçimlerinin olabileceğinin farkına varmadan yaşarlar.

La Boétie, insanı iki ayrı ve karşıt doğaya sahip olabilen tek yaratık olarak algılar. Siyasal iktidarla birlikte birinci insan doğası yerini ikinci insan doğasına bırakır ve böylece “yeni insan”, yozlaşıp benliğine yabancılaşmış, özgürlüğünü unutup köleliği benimsemiş insan gerçekleşir.
“İnsanın doğasının çift oluşu ve birinden diğerine geçişin bulunması, gönüllü kulluk olgusunu düşünülebilir, somut bir olgu durumuna getirir; çünkü doğası gereği özgür olan insan kulluğu ancak bu geçiş sayesinde kabul edebilir.”
Yozlaşma öylesine büyüktür ki, insan doğasındaki özgürlüğü anımsayamamaktadır bile. Gönüllü kulluk, insanın boyun eğmeye rıza göstermekle kalmayıp, kulluğu sevip ona gönülden bağlanmasıdır. Böylece benliğini yadsımış da olur.

İnsan, kulluk etme alışkanlığı nedeniyle bu durumu kendisinin özgürce seçtiği kanısına kapılsa bile, gerçekte insan doğasındaki değişikliği yaratan siyasal iktidardır.
“Daha önceden, bir şekilde belirmiş olan siyasal iktidar, insanları çeşitli yöntemlerle yozlaşmaya, yani kulluğu seçmeye, arzulamaya koşullandırır. Eğitim, görenekler, alışkanlıkların yaratılması ile oluşan bu ikinci doğa birincisini unutturacak kadar güçlüdür. Bu nedenle, özgürlük bir kez kayboldu mu artık onu yeniden ele geçirme olasılığı da ortadan kalkar.”
Konuşmayı kendi tekelinde toplayan siyasal iktidar, ona ideolojik söylem biçimi vererek ilk önce iktidarın doğallığı, meşruluğu ya da gerekliliği üzerinde genel bir kanının oluşmasını, ardından kurulu düzenin bireylerce benimsenip onanmasını sağlar; gönüllü kulluğu yaratır. Yönetilenler bu “hegemonya” altında, körü körüne bağımlılığa alışmış, köleliklerini sevip sürdürme isteğiyle donatılmışlardır.

2. Gönüllü kulluğun ikinci nedeni, “güçsüzleşme”dir.

Özgürlüğünü yitiren halk alçaklaşır, korkaklaşır ve güçsüzleşir. 
“Artık, insanlar özgürlüğe kavuşmak için herhangi bir şey yapabilecek durumda değildirler. Tiranlar (iktidarlar) halkı bu duruma itmek ve orada tutmak için ellerinden geleni yaparlar."
 Ağızlarına çalınan iki parmak bal ile cezbedilen halklar, içine itildikleri kulluğa gönülden bağlanıp onu kendi arzularıyla sürdürürler. Bunun için de iktidar çeşitli yöntemlere başvurur:
  • Halkın zevk ve eğlenceye düşürülmesi, boş şeylerle oyalanmaya yönlendirilmesi: 
“Tiyatrolar, oyunlar, eğlenceler, gösteriler, acayip hayvanlar, madalyonlar, tablolar ve diğer uyuşturucular eski halklar için kulluklaşmanın yemi, özgürlüğü yitirmenin bedeli, tiranlığın araçlarıdır.”
  • İktidarın “paternalist-popülist” bir görünüm alarak halka belli maddi çıkarlar sağlaması: Yönetimin eli açık davranışları, halkın gözünü boyamayı ve onun iktidara daha sıkı bağlanmasını sağlar. Yiyecek içecek dağıtılması, para bağışlanması, şölenler düzenlenmesi gibi uygulamalar, tiranın halkı sömürerek elde ettiklerinin ufak bir bölümünü halka geri vermesinden başka bir anlam taşımaz.
“Özgürlüğüne yeniden kavuşmak amacıyla çorba tasını terk etmeyi akıl edemeyen” halk, yalnızca kısa dönemdeki çıkarını gözettiğinden iktidarın kulu kölesi olur ve sömürü mekanizmasının içine iyice gömülür.”
  • Siyasal iktidar yeni “halk kültürü”nün cehaleti yaygınlaştırıcı bir nitelik taşımasına özen gösterir: Gönüllü kulluğun sürdürülmesine katkıda bulunan halkın cehalet, bilgisizlik içinde tutulmasıdır; bunun için “insanların kendilerini tanımalarına ve tiranlıktan nefret etmelerine yardımcı olacak” bilge kişilerin, aydınların iktidar tarafından sınırlandırılıp denetlenmesi gerekir.
  • Cehaleti yaygınlaştırmak amacıyla hurafeler yayıp halkı saçma sapan inançlara iten din adamlarının etkinliği, yani dinin siyasete alet edilmesi de gönüllü kulluğu sürdürmek için başvurulan bir yöntemdir. Siyasal iktidar ile din arasındaki yakın ilişkiyi göz önüne sererken dinin bir çeşit toplumsal uyuşturucu işlevi gördüğünü vurgular: 
“Tiranlar, dini koruyucu olarak ön plana koymayı arzular ve hatta mümkünse, kötü yaşamlarına destek olması için birkaç tanrısallık örneğinden yararlanırlar”.
  • Gönüllü kulluğun tam olarak gerçekleşmesi için insanların iktidara fiziksel ve duygusal olarak bağlanmaları önemlidir. Ancak yeterli değildir. Son koşul, “hükmetmenin sırrının ve işleme aracının, tiranlığın desteğinin ve temelinin” kurulması, yani bugünkü kavramlarla, siyasal iktidarın kurumsallaşması, merkezileşmesi ve egemen devlet olarak belirmesidir.
La Boétie için, iktidarın babadan oğula geçmesi ya da halkın seçimiyle belirlenmesi bir şeyi değiştirmez. Yönetime geliş yöntemi ne olursa olsun iktidarın özü tiranlıktır ve tiranlık kalır. Ona göre tiran egemenden, tiranlık ise kurumsallaşmış merkezi siyasal iktidardan başka bir şey değildir.

Söylev’in başlarında tiranı “iki gözü, iki eli ve bir bedeni” olan sıradan bir insan olarak tanımlar. Ancak hemen sonra, bu insanın kendisine halk tarafından verilmiş bir sürü göze, ele ve ayağa sahip olduğunu açıklar. Böylece tiranın görünen bedeni dışında bir başka bedeni daha belirir. Bir benzeri bulunmayan bu beden, hem diğer insanlardan ayrıdır hem de her şeyi görüp her şeyi yapabildiğinden bütün insanları kendi içinde tutmaktadır. Kısacası bu, siyasal beden, yani devlettir.

Tiranın tek başına olmadığı gibi, salt kaba güce dayanmadığını da ortaya koyar:
“Tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez, fakat gerçektir: Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle gerek tiranını çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır… Bu altı kişinin de çıkar sağladığı altı yüz kişisi vardır… Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutarlar… Bundan sonra gelenler çok daha fazla kalabalıktır.”
Böylece, tiranın hükmetme gücünün, onun kişisel yeteneğinden ya da topluma saldığı korkudan değil, ardındaki devlet aygıtından kaynaklandığını ortaya koyar:
Yani tiran, bu aygıtın en üst düzeyini işgal etmekte ve bu konumundan dolayı egemen olarak belirmektedir. Tam anlamıyla “bir” olan tiranın kendisi değildir; “Bir” tiran ile “yardakçılarının” bütünüdür; yani Kilise’den ya da herhangi bir aşkın güçten bağımsız, iktidarın ilkesi (auctoritas) ile kullanımını (potestas) kendi özünde “bir”leştirmiş olan egemen devlettir.”
La Boétie, gönüllü kulluğun gizinin burada yattığını açıklar:
“Devletin oluşturduğu bu mekanizmadan dolayı her insan, içinde bulunduğu hiyerarşik düzey ne olursa olsun kendini, devlet erkini kişiliğinde somutlaştıran tiran ile özdeşleştirerek bir başkasının efendisi olmayı arzular."
Böylece insanlar, “büyük tiranın altında kendilerini küçük tiranlar yapabilmek için çevresinde toplanıp onu desteklemeye başlarlar”. Sonuç olarak tiranlık, tüm toplumu baştan aşağı kapsayan toplumsal bir olgu durumuna dönüşür.

Hükmetme arzusu, bir tür kitle psikolojisi oluşturur. İnsanın belli kişiler karşısında kendini “bir” olarak algılayabilmesinden dolayı hükmetme ve buyurma, bağımsızlık ile özgürlükten çok daha fazla önem kazanır.

Böylece, devlet bir kez kuruldu mu, artık yıkılamaz.

Yönetilenlerin köleliklerini sanki özgürlermişçesine yaşamaları ve kendilerini tiranla özdeşleştirmeleri nedeniyle, halk tiranın simgelediği devlete karşı çıkmamaktadır.

İnsanlar, kurumsallaşmış siyasal iktidarın ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısır döngü içine girmişlerdir. Köleliğe gönülden bağlandıkları için kendilerini özgürlüğe kavuşturacak bir eylemde bulunamazlar.

Bu kısır döngüye rağmen, küçük de olsa bir çıkış yolu vardır: 
"Kulluk istenci, özgür düşünme ve akıl yürütme yetisi ellerinden alınmış insanların zihnine yerleştirilmiştir. İnsanlar, siyasal iktidar mekanizmasının ideolojik koşullandırmasıyla, bir anlamda “ergin olmama” durumuna indirgenmişlerdir."
Öyleyse; özgürlüğe kavuşmanın yolu, gönüllü kulluk anlayışının zihinlerden sökülüp atılmasıdır. Yani özgür olmak için ideolojinin dışına çıkmak gerekir; bu durum insanın bilimle güçlenmiş aklını kendi başına kullanarak düşünce üretmesi ve düşüncesinin özgür olmasından ötürü de özgürlüğü bilip sevmesi demektir.
Ancak La Boétie’nin özgürlüğü değil sevmek, anımsamaktan bile yoksun olan halktan bir beklentisi yoktur:
“Her dönemde diğer insanlardan daha iyi doğmuş bazı kişiler bulunur. Bunlar boyunduruğun ağırlığını hissedip sürekli ondan kurtulmaya çalışırlar… Kendiliğinden iyi bir kafa yapısına sahip olan bu kişiler, kafalarını eğitim ve bilgiyle daha da sağlamlaştırmışlardır. Bu kişiler, özgürlük yeryüzünde tümüyle yok olsa bile, özgürlüğü düşleyerek, hissederek ve hala onun tadını duyarak kölelikten (ki bu süslenip püslense de, yine) en ufak bir tat alamazlar.”
Bir çeşit “entelektüel elitizmi"ni benimser ve bütün umudunu bağımsız düşünebilen birkaç aydına bağlar. Ancak bu aydınların da bilgisiz halk yığınlarını özgürlüğü sevmeye yöneltmeleri çok zordur. Çünkü devlet toplumu kurduğu bağımlılık ilişkileri zinciriyle ve yeniden ürettiği hâkim ideolojiyle sürekli bir denetim altında tutmakta ve bireylerin erginleşmesini engellemektedir.

Buna rağmen “Söylev”, aydınların çeşitli eylemlere kalkışarak ve hatta özgürlük uğrunda ölmeyi ve öldürmeyi göze alarak halkın üzerine serpilmiş ölü tozunu silkelemelerini ve en azından zihinlerde kurulu düzene ilişkin bazı soru işaretleri yaratmalarını salık vermektedir.

Bu yönüyle, iki yüzyıl öncesinden, Aydınlanma’ya ışık tutmaktadır.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev
Etienne de la Boetie
İmge Kitabevi / Felsefe Dizisi