31 Aralık 2016 Cumartesi

Fena bir yıl bitiyor...

Fena bir yıl bitiyor...
Sadece yıl mı? Sanki bir devir sona eriyor...
 
Bu yıl, biricik annemizi uğurladık sonsuzluğa...
Geçen yıl başlamıştı zincir, bu yıl da çocuklar öldü...
 
Masamızdan eksik olmayan dostları yitirdik,
sonra yine çocukları katlettiler bombalarla...
 
Birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımız terk etti bizleri,
sonra çocukları bombaladılar defalarca...
Can dostlarımızın büyüklerini uğurladık,
sonra çocukları yaktılar diri diri hem de…
 
Her haftaya yeni acılarla başladık bütün bir yıl,
vekilleri, yazar-çizerleri, gazetecileri susturdular...
 
Savaş tamtamlarının sesi geliyordu ne zamandır,
bize bulaşmaz sanıyorduk kan ve gözyaşını,
sonra savaşın içinde bulduk kendimizi,
 
Önce uzaktaydı ölümler, bize dokunmazdı sandık,
sonra bir gece baktık ki yanıbaşımızdaymış...
 
Sustuk çoğunlukla, susturulduk bazen,
içimize bastırdık korkularımızı, acılarımızı...
 
"Ama acılara alışılmaz,
bir şeyler var değişecek...
Bir şeyler var değiştirmemiz gereken,
önce acılardan başlanacak"
demişti şair, bir zamanlar,
sanki bugüne demiş gibi.
 
Fena bir yıl bitiyor...
Sadece yıl mı? Sanki bir devir sona eriyor...
 
...ve yepyeni bir yılla birlikte,
yepyeni bir devir başlıyor...
Acılarımızı içimize gömüp,
vicdanlarımızın aynasıyla,
karanlıktan aydınlık doğuracak
yeni bir devir, belki de...
 
Aklın tek yolu bu;
"Bir şeyler var değiştirmemiz gereken,
önce acılardan başlanacak."
Yaşamak ve yaşatmak için,
barış için, güvenlik için,
bizden sonrası için,
yaşanabilir bir dünya için,
inadına, ısrarla, hep birlikte,
yepyeni, aydınlık, özgür bir devirde
#AklınYoluOrtakVicdan
yine de...

 

Can ÇINAR, 31 Aralık 2016, İzmir




6 Ekim 2016 Perşembe

Gündeme dair...

Öyle görünüyor ki, 15 Temmuz’da başlayan devletin restorasyonu sürecinde rejimin stabilizatörleri de derinlerden suyun yüzeyine çıkmış… Bir süredir, ortalıkta dolaşan gıybet haberlerine bakılırsa, bir yandan “Sözcü” ve “Oda TV”nin yazar taifesi, CHP yönetiminin altını oymaya dönük bir kampanyayla bayrak açarken, bir yandan da CHP’nin diplerinden gelen eskinin ve yeninin vesayet artıkları da Cumhuriyet gazetesi ve yönetimini sallamaya çalışıyor. Perde arkasında da başkentin hamaset mangalında kül bırakmayan baro başkanının da, yıpranmamış yüz edasıyla, plan hayata geçtiğinde Kılıçdaroğlu’ndan boşalacak koltuğa hazırlandığı anlaşılıyor.

2013’te Gezi’yle başlayan, dipten gelen eşit ve özgür bir Türkiye özleminin dalgası, sadece AKePe iktidarını değil, AKP’nin kadrolarının da içinde piştiği kazana odun atan 12 Eylül ve sonrasının muktediri, vesayetçi bürokratik kastın da gözünü korkuttu. Aynı dönemde, çatışmasızlık ortamıyla yaygınlaşan halkların kardeşliğine doğru büyüyen umut, sosyalistlerin geçmişin hesaplaşamazlıklardan vazgeçip Haziran’ın gölgesinde buluşması, CHP yönetiminde başlayan, statükocu muhafazakârlıktan kendi genç kadrolarında büyüyen Gezi ışıltısına yol veren demokratikleşme çabalarının “emek, barış ve demokrasi” üçayağında ortaklaşma olasılığı korkutucu görünüyor çürümüş rejimin kokuşmuş egemenlerinin kan bürümüş gözlerine…

7 Haziran sonrasında kendini denizin dalgaları arasında bulan AKP’nin iktidarı sürdürmek uğruna her türlü ittifak adına yılana sarılacağından kuşku yoktu. Şimdi o yılan da iktidarın kanlı elleriyle önüne açılmış kapıdan girip, devlet içinde kaybettiği kadrolara yeniden yerleşmek için “tam fırsat”ını yakaladığını sanıyor. 15 Temmuz’la birlikte ortaya çıkan siyasi tedirginlik ve çekingenlik, diktatörlüğün dayanılmaz cazibesine karışınca, iktidar uğruna her yol mübah artık; hukukmuş, demokrasiymiş cumhuriyetmiş, ilkeymiş, değermiş, gelenekmiş, hepsi birer teferruattan ibaret…

Kan, yalan, talan, zulüm ve vesayetin OHAL’de ganimetçi ittifakına karşı emekten yana, barışçı, laik ve çoğulcu bir demokrasinin hâlâ tek bir yolu var; o da yine ve ısrarla #AklınYoluOrtakVicdan...

Can ÇINAR, 6 Ekim 2016

26 Eylül 2016 Pazartesi

“Atatürk ve kahramanlık” üzerine…

1984 yılında Uğur Mumcu bir yazısında Galile'nin bir sözünü hatırlatır... Aynı yıl Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu'nda, Brecht'in “Galileo Galilei” oyununa dairdir o yazı... O oyunu, hatırlayan hatırlar, İstiklal caddesi Baro Han'ın alt katındaki Dostlar Tiyatrosu'nda izlemiştik...

Uğur Mumcu şunları yazar:
"…Oyunun bir yerinde Engizisyon Mahkemesi önünde yazdıklarını ve söylediklerini yadsıyan ve bundan sonra da susacağına söz veren Galile’ye öğrencisi, Andrea bir inanç ve öfke seli gibi karşı koyar. Andrea, öğretmeni Galile’nin bu yılgınlığından acı duyar ve “Yazık o ülkeye ki, kahramanlardan yoksundur” der. Galile’nin bu sözlere yanıtı çok düşündürücüdür:
“Yazık o ülkeye ki, kahramanlara ihtiyaç duyar.”
...ve devam eder... finalinde de;
"Hukuk devleti ve demokrasinin, kahramanlara gerek duyulmadan, nefes aldığımız hava, içtiğimiz su gibi doğal ve vazgeçilmez bir düzen olması, bilim özgürlüğünün hiçbir engel ve baskı ile karşılaşmadan, bilim adamlarının, Galile örneğinde gördüğümüz gibi, kişiliklerini yıkmadan gelişip güçlenmesi, kahramanlara tapınma alışkanlığını da unutturmuş olur. Kahramanlara gerek duyulan bir ülkede, herkes kendisine düşen şu ya da bu ölçüdeki bir görevi savsaklamış demektir.
Ülkemizi “kahramanlara gerek duymayan” bir ülke yapmamız çok mu güçtür?"
diye bitirir yazısını...

 

Demem o ki; öncelikle bütün kahramanları (bizim de, başkalarının da) kendi tarihsel konjonktürleri içinde değerlendirmek gerek. Nasıl ki 1500 yıl öncesinin dinsel kitapları bugünün konjonktürüne kılavuzluk edemezse, 100 yıl öncesinin doğruları ve yanlışlarını da bugünün referansı olarak kabul etmek de kendi kendimizi aldatmak olur.

Evet, Atatürk Hitler'le kıyaslanamaz; bir kere Hitler seçimle iktidarı kazanmış bir siyasetçi, Atatürk'se bir halk hareketini örgütlemiş bir devlet adamı... Atatürk'ün Hitler'i izlediğini düşünmüyorum ama Atatürk'ün kendine "kemalist" sıfatı takan ardıllarının savaş yıllarında nazizmin en büyük destekçileri olduğu aşikâr. 2. Dünya Savaşı sırasında İnönü'nün basireti olmasaydı Türkiye'nin Hitler'in müttefiki olarak savaşa girmesi kaçınılmazdı.

Atatürk dönemdaşı olarak Lenin'le kıyaslanabilir. Lenin Rusya'da geniş bir Asya coğrafyasında, Atatürk de Anadolu'da bütün Anadolu halklarını, savaşın içinde emperyalizme karşı örgütlemeyi becermişler ve ikisi de bir halk hareketiyle emperyalist işgali kırmışlar; bu nedenle de birbirlerinin en sıkı müttefikleri olmuşlar, yıllarca... Hem de, daha savaşın başında, Rusya'dan Anadolu'ya gelen Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz'de Kazım Karabekir'in emriyle Topal Osman çetesi tarafından katledilmesine rağmen... (Bu emir ve katliamdan Atatürk'ün haberi ve onayı olup olmadığı hâlâ "muamma(!)'dır üstelik...)

Lenin'in Atatürk'ten farkı, sınıf mücadelesini bilen bir komünist olması ve yeni devleti, işçi-köylü-asker sovyetiyle kollektivizme dayalı anti-kapitalist bir devlet kurması oldu. Atatürk ise siyasi formasyonunu Voltaire ve Montesquieu ekolüyle oluşturan ve Fransız aydınlanmasının etkisinde bir cumhuriyetçi olarak, benzer bir yoldan, 1924 sonrasında, Anadolu'nun tüm halklarının milli mücadele içinde ittifakını sağlayarak, devlet kapitalizmini esas alan ve yerli ve milli burjuvazi yaratmaya dönük bir düzen tercih etti...


Yanlış mı yaptı??? Bunun tarihsel olarak doğrusu ya da yanlışı olabilir mi? Tartışılır... O günün koşullarında tarihsel gelişme çizgisi budur. Atatürk de bu çizgiyi doğru değerlendirmiş ve nesnel gelişmeye önderlik yapmıştır. Elbette ki o dönemde yapılan, yapılmayan birçok şey eleştirilebilir ve mutlaka da eleştirilmelidir. Açık ve net olan şu ki, o günler o biçimde yaşanmamış olsaydı bugünler de yaşanmayacaktı.

Değerlendirme ve eleştiriyi kişiler üzerinden değil, o günün koşulları, politikaları, etkileri ve neden oldukları üzerinden yapmak gerek, yoksa kişileri tarihin tek öznesi yapmak da, kutsallaştırmak ve dokunulmaz kılmak da tarihe ve tarihi yapanlara haksızlık olur.

Bu ülkede hâlâ kendini Atatürk yerine koymaya çabalayan hevesliler var... Yapabiliyorlar mı? Yakın tarihimiz bunun onlarca örneğiyle dolu. Binbir çeşitli bir coğrafyanın tümünün ortak önderi olmak elbette bir deha özelliğidir ama bunu sağlayan siyasi ve konjonktürel koşullar olmadan da hiç kimse hiç bir yerde önder olamaz...

Tarihi hızlandıran/ilerleten ve yavaşlatan/gerileten siyasetçileri iyi ayırt etmeli, ama önce tarihin doğal akışını doğru analiz etmek gerek. Her lider kendi yerinde ağır ve saygındır, her zaman...

Can ÇINAR, 26 Eylül 2016

15 Temmuz 2016 Cuma

Nice katliamının ardından...


#‎PrayForNice

Biz ne kadar kaçarsak kaçalım, gerçeklik hepimizi eninde sonunda ensesinden yakalıyor. Bazen Paris’te, Brüksel’de, İstanbul’da, Ankara’da, bugün de Nice’de. Bağdat’da, Halep’te, Sur’da, Lice’deki gerçekliğe biz gözümüzü kapattıkça daha, daha, daha fazla sokuluyor gözümüze, her birimizin.

Ne kadar görmemezlikten gelsek de, “dünya” denen köyümüzde, 11 Eylül 2001’den beri süren bir savaş var; dünyanın “yeniden paylaşım” savaşı. Bizler, 1. ve 2. Dünya Savaşlarını, tarih olduktan sonra öğrendik. Şimdi içinde, ortasında yaşıyoruz.

1945’ten bu yana, dünya denen köyde zenginlik ve refah o kadar çok arttı ki… Ama ne uğruna? Aynı anda eşitsizlik ve adaletsizlik de katlanarak arttı, hem de kanla, kinle, nefretle. 2001 sonrasında, Kabil ve Bağdat bombalanırken bizler yumuşak koltuklarımızda televizyonlarda canlı canlı izlemiştik kan, ateş ve ölümü. Ama oralarda ana-babalarının katlini canlı canlı izleyen çocuklar da vardı. Şimdi büyüdü o çocuklar, kinle, nefretle, öfkeyle büyüdüler hem de. İntikam uğruna şehit olmak dışında bir yaşama amacı olmayan bir ordu çıktı ortaya.

Şimdi her birimiz, köyümüzün bir köşesinde, bizim gibi olmayan birinin nefretine ne zaman kurban olacağımızı çaresizlikle bekleyen gariban birer dünyalıyız. Kendi ellerimizle, oylarımızla seçtiklerimizin dünyanın ve zenginliğin egemenlerinin emirleriyle yarattıkları adaletsizliğin kurbanlarıyız her birimiz. Lanetlemek çare değil hakkımızda verilmiş fermana.

Dünya denen köyün bir küçük hanesinde patlayan bomba bize dokunmadı duyarsızlığının faturasını ödüyoruz bugün hep birlikte. Bombalarla, savaşlarla beslenen adaletsizlik ve eşitsiz paylaşımın bedelini ödüyoruz. Kendimizi gücün, güçlünün yanında saf tutarak güvende olduğumuz yanılsamasının farkına varacağız belki, o ölenler bizden birileri gibi olunca.
Teröre, teröriste lanet okumakla kahrolmuyor hiç biri. Her gün daha da büyüyor. Sivil olsun, devlet eliyle olsun, terörü üreten nefretin nedenlerini ortadan kaldırmadan hiç birimize rahat, huzur ve barış yok bu küçücük dünya köyünde. Ölenleri, ölümleri ayırmakla büyüdü o nefret. İnsanı insanlığından çıkartan, kendimizi gücün güçlünün yanında hissettiren, insanlık dışı ayrımcılığımızdır o öfkeyi büyüten dört bir yanda. Güç ve iktidarını sürdürebilmek için her fırsatta, insanı insana kırdıran, aynı köyün halklarını birbirine düşman eden egemenlerin aşağılık ayrımcı dilidir.

Artık önümüzde iki seçenek var her birimizin;


Ya kendini dünyanın sahibi sananların eşitsizlik, adaletsizlik ve düşmanlık eken politikalarının yanında durup, kendimizi sözüm ona “güvende” hissederek, evlerimizde oturup, “sürsün bu nizam” diyerek, kurbanlık koyun gibi ölümlerimizi bekleyeceğiz; 

Ya da insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en değerli erdemlerinin “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” şiarının peşinde, hayata “emek” veren herkesle birlikte, dünya köyünün her hanesinde adaleti sağlayan yeni bir dünya kuracağız. 

Barışın başka yolu yok!



#EşitlikÖzgürlükKardeşlik
#EgalitéLibertéFraternité
#FreedomLibertyFraternity
#HürriyetMüsavatUhuvvet

#France



14 Nisan 2016 Perşembe

Raydan çıkan Marmaray

Ancak halkına düşman bir devlet ve iktidarı "teknik bir arıza" diyerek geçiştirmekle yetinir bu vak'ayı.
Aynı iktidar, 2004 yılında da, 100 yıl öncesinden kalma rayların üzerinde hızlandırdıkları treni de raydan çıkartmıştı. O zaman da, bu zaman da trenlere bakan CinAli Bey "biz bütün önlemleri aldık ama makinist viraja hızlı girmiş" diyerek, sebep oldukları 41 kişinin katlinin tüm yükünü bir makinistin üstüne yıkmış ve bu ülke de kuzu kuzu sineye çekmişti bu inkârı.
Risk yönetiminin en önemli ilkesidir "bir şeyin olma ihtimali varsa mutlaka olur". Mühendislik denen meslek disipliniyse olma olasılığı olan ve olması istenmeyen her olası durumun olmaması için önlem almaktır. Hiç bir önlem "imkansız" değildir. "Tevekkül" önlem değildir. "Bize bi'şey olmaz abi" salaklığı tevekkül bile değildir. Aksi halde, bugün dünyada her saat başında en azından bir uçak düşüyor olurdu...
Bir tren kolay kolay raydan çıkmaz... Her gün binlerce insanı bir kıtadan bir kıtaya taşıyan bir tren raydan çıkıyorsa ve "şimdilik" ucuz atlatıldıysa eğer, bu olaya "tesadüfi bir kaza" muamelesi yaparak "teknik bir arıza" kılıfı giydirip geçiştirmek halkı "enayi" yerine koymak ve yeni katliamlara "kuzu kuzu" hazırlamak anlamına gelir...
Umarım, dilerim yanılırım...

Can ÇINAR - 14/4/2016

11 Nisan 2016 Pazartesi

Arena'nın arslanları

Türkiye kapitalizminin, dolayısıyla egemen sermayenin ve siyasi erkin el değiştirmesinin kısa ve öz bir hikayesi gibi bir stadyum hikayesi: 


1939'da, Dolmabahçe Sarayı'nın eski has ahırlarının bulunduğu arazide temeli atıldı, savaş koşulları nedeniyle inşaatına ara verildi. 1943'te yeniden başlandı. 1947'de, dönemin cumhurbaşkanı "Milli ŞefİNÖNÜ'nün adı verilerek açıldı.
1951'de Demokrat Parti iktidarıyla birlikte adı değiştirildi; 1876 yılında Osmanlı Devletinin ilk anayasası olan Kanuni Esasi’yi hazırlamış, sadrazamlık yapmış önce "Hürriyet Kahramanı" olarak adlandırılmış, daha sonra Sultan Abdülaziz’in öldürülmesi olayında parmağı olduğu iddiasıyla yargılanarak önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra cezası ömür boyu hapse çevrilerek Taif’e sürgüne gönderilen ve orada ölen MİTHAT PAŞA'nın adı verildi.
70'lı yıllara kadar kısa bir dönem DOLMABAHÇE stadı olarak anıldı.
1974'te yeniden İNÖNÜ stadyumu oldu.
2010 yılında iki dönem için Fİ-YAPI İNÖNÜ stadyumu olarak anıldı.
2013'te yıkımına karar verildi...
...ve bugün VODAFONE(*) ARENA(**) olarak yenilendi...
(*) Vodafone: İngiltere mahreçli, KÜRESEL, dünyanın en büyük mobil iletişim şirketi.
(**) Arena: ad, 1.eski çağlarda gladyatörlerin dövüştüğü, türlü gösterilerin yapıldığı, üzerine kum serilmiş alan. 2. (mecazi) siyasal çekişmelerin, ayak oyunlarının döndüğü yer.

3 Mart 2016 Perşembe

ERDEMLİ BİRLİK VE BERABERLİK

Kendimi bildim bileli, bu ülkede “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan günler”den geçeriz hep. En azından kırktan fazla yıldır her ölümlü vukuat sonrası dinleriz bu duyuruyu “devletlû âli”den. Her defasında “EN” çok ihtiyacımız olduğundan artık hangisinin daha “en” olduğu tartışma götürür oldu; demek ki her defasında bir sonraki felaket bir öncesinin yerine geçerek onu aşıyor ve hep daha fazla “en” oluyor bu ihtiyaç. Son olarak, geçtiğimiz hafta başkentin ortasında, meclis, genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının dibinde patlayan canlı bombanın ardından, anladık ki; önceki onlarca, hatta belki de yüzlerce toplu kırım sonrasında ihtiyacımız olandan çok daha fazla ihtiyacımız var gene o birlik ve beraberliğe…

Yanlış değil elbette… Dünyanın her ülkesinde, tarihin her zaman diliminde halklara korku salan (ki tam da budur dillere pelesenk olan “terör” teriminin karşılığı) her ölümcül, kıyımcıl saldırıyı durdurmanın tek yolu, o coğrafyadaki insanların üzerinde ortaklaştığı değerler oldu bugüne kadar.

Madrid, 13 Mart 2004
11 Mart 2004’te, İspanya’nın başkenti Madrid’in göbeğinde, Atocha garına yaklaşmakta olan bir trende, genel seçimlerin 2 gün öncesinde, bir bomba patladı. 191 ölü, 1800 civarında yaralıydı patlamanın bilançosu. Olayın üstünden henüz birkaç saat geçmişti ki, zamanın başbakanı, sağcı Halk Partisi’nin başkanı José María Aznar patlamanın sorumluluğunu İspanya’nın “geleneksel teröristi” BASK bölgesinin ayrılıkçı örgütü ETA’ya yıkan bir konuşma yaptı. Ama korkusu, öfkesine karışmış Madrid halkı için doyurucu bir suçlama değildi bu alelacele yapılmış resmi açıklama. Aynı gece ve izleyen 2 gün boyunca, cep telefonlarının kısa mesaj servisleri, siyasi görüşleri, etnik kökenleri ne olursa olsun, tüm İspanyol yurttaşlarının “gerçeği söyle!” mesajlarıyla kilitlendi. (O yıllarda ne facebook, ne de twitter vardı). Sonrasında El Kaide tarafından üstlenilen, failleri, planlayıcıları ve destekçileri de yakalanan patlamanın ardından, 1,5 milyon İspanya yurttaşı korkusuzca, “gerçeğin peşinde” yürüdü Madrid caddelerinde. Olaydan iki gün sonraki seçimlerde, anketlerde önde görünmesine rağmen, Aznar seçimi açık farkla kaybetti. Politik rant devşirme uğruna söylediği “yalan”ı İspanya halkı affetmedi; çünkü “gerçek” her şeyden değerliydi ve İspanya’nın yurttaşlarını birleştiren bir değerdi. Yalanı affetmeyen İspanya halkları, yıllarca ayrılıkçı şiddetin kurbanı olmuşken, bugün gerçeğin peşinde #Barış’ı yaşıyor. [1]


Eugène Delacroix (1798-1863), "Halka yol gösteren Özgürlük" tablosu
Çok değil, daha 3 ay önce, 13 Kasım 2015 gecesi, Fransa’nın başkenti Paris kana bulandı. İŞİD’in cihatçı militanlarının 6 ayrı noktada yaptığı silahlı ve bombalı saldırılarda bir gecede 140’a yakın kişi hayatını kaybetti. Katliamı izleyen günler boyunca Paris halkı sokaklarda korkuya karşı “tricolor”un (tricolor=üç renk) etrafında birleşti. Sosyal medya hesaplarında profiller, bir zamanlar Kieslowski’nin “üç renk” üçlemesinde olduğu gibi, “mavi”, “beyaz” ve “kırmızı”ya büründü. Çoğumuzun sandığının tersine, “üç renk” Fransa için ulusal bir bayraktan çok ötede “evrensel” bir anlam taşır. 1789 Fransız Devrimi’nin sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesinin rengidir “tricolor”. Bu üç tarihsel kavram, iki yüzyıldır sadece Fransa’nın değil, tüm uygar dünyanın üzerinde ortaklaştığı insanî bir değer hâline geldi.


II. Meşrutiyet hatırası, 1908
"hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet"
Yüzyılın başında, Osmanlı’nın son dönemlerinde, İttihat Terakki’nin de kuruluş ilkesi ve 1908 devriminin sloganı da gene bu üç renkten çıkmıştır: “hürriyet – müsavat – uhuvvet - adalet”. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist işgal altında, yenilmiş bir imparatorluğun küllerinin ardından ulusal kurtuluş hareketini ateşleyen ve devamında doğan cumhuriyetin habercisi de Anadolu halklarının üzerinde birleştiği bu düşünsel ilke ve değerlerden başka bir şey değildir: Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik.


Ardından, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Çanakkale’yi savaşarak geçemeyen İngiliz sömürgeciliği Mondros ve Sèvres ateşkesiyle kuzu kuzu boğazları geçip İstanbul’a yerleşti. Devamında, 1789 Fransız devriminin ve 1908 Osmanlı Meşrutiyetinin rüzgârını arkasına alıp Cumhuriyet Türkiye’sini yaratan Kuvayı Milliye hareketinin tüm Anadolu halklarını sömürgeci işgale karşı birleştirici gücü gene bu üç renkle sembolize edilen evrensel ilkelerin “bağımsızlık” hedefiyle somutlaşması oldu. 1919’da Samsun’dan başlayan, bütün Anadolu’yu örgütleyerek, Ankara’da yeni meclisin kurulması, 1921 anayasası, bağımsızlık savaşının zaferi ve cumhuriyetin ilânına kadar geçen süre, dünyanın en tarihsel coğrafyasında yaşayan halkların tüm farklılıklarıyla “birlikteevrensel ve insansal erdemlerin etrafında birleşmesinin eseridir. Elbette ki bu “erdemli birlik ve beraberliği” güce dönüştüren bir “birleştirici ve güçlü liderlik” sayesinde.


Geldik bugüne… Üstünden geçen 90 yıllık cumhuriyet macerası 600 yıllık Osmanlı mülkünün paylaşımıyla geçti. Anadolu’nun kapitalistleşmesi için egemenlerin muhtaç olduğu sermaye birikiminin yaratılması iktidar olsa da olmasa da hükümetlerin her zaman ilk görevi oldu. Bu uğurda her yol mübâh oldu, nice canlar pahasına. Yitip giden her canın ardından egemenlerin dilinde hep bir “ama” ezberi var oldu… ve hep “milli birlik ve beraberliğe” muhtaç olduk…
Hrant Dink bir gündüz vakti İstanbul’un göbeğinde vurulduğunda, yakalanan katili bayrak önünde gülerek poz verirken “ama o da ermeni” mesajını yayıyordu cümle âleme; ardından görülmedik bir yürüyüşe tanık oldu İstanbul caddeleri, “kardeşliğine sahip çıkamamış halkların utancıyla” hakikat olan “erdemli” birlik ve beraberliği hatırladı.


Roboski’de bu ülkenin öz çocukları kendi ordusu tarafından bombalandığında önce “ama terörist” sonra “ama kaçakçı” ilân edildiler. Suriye sınırında, Reyhanlı’da bombalar patladığında yitip giden 52 can, ardından gelecek katliamların da habercisi oldu, çünkü gene milli birlik ve beraberliğimize “kasteden düşmanlar” harekete geçmişti bile çoktan. Gezi’de Türkiye yeniden hatırladı “özgürlük, kardeşlik, eşitlik ve dayanışma” değerlerini, üstelik “parasız, devletsiz bir yaşam” deneyimini yaşadı bir nesil Taksim’in göbeğinde. O gün bugündür hiçbir şey eskisi gibi olmadı artık. “Evrensel” olanın yarattığı tehlikeli(!) dayanışmanın önüne geçmenin tek yolu daha fazla ölüm ve ölümler üzerinden daha fazla ayrımcılık oldu. İstanbul ve İzmir’den kalkıp, Kobane’ye kardeşlik dayanışmasını götüren gençler Suruç’ta öldüklerinde “ama o çocukların ne işi vardı orada” dedi kimileri, oysa orası da bu ülkenin toprağıydı, Bodrum kadar, Çeşme kadar. Ankara’da barış mitingine giderken ölenler “ama onlar da terörist” ilan edildi ve üstelik “milli” bir maçta, Nasreddin Hoca ve Mevlana gibi iki evrensel değeri çıkartan topraklarda yuhalandılar, çünkü ölenler “yerli ve milli”, “iktidardan yana” yani “biz”den değildiler…


…ve elbette gene en çok “milli birlik ve beraberliğe” ihtiyaç olduğumuz günlere geri geldik…


Oysa bu coğrafyanın tarihi, bu toprakların “en yerli” kadim halklarının “erdemli birlik ve beraberliklerinin” yaşamdan yana insanlık zaferleriyle dolu. Faili ve sorumlusu kim olursa olsun, üzerlerine salınan şiddetle yaratılmak istenen korkunun üstesinden gelebilen halklar, bunu ancak ve ancak üzerinde BİRleşebildikleri kâdim ve evrensel insanî değerlerle, erdemle başardılar.


Erdem… Peki nedir “erdem” ve “erdemlilik”?


Yeni Türkçede “erdem”, eski Türkçede “fazilet” diye tanımlanan bu kavram, insanlığın düşünce tarihi boyunca “yaşamın anlamı nedir?” sorusuna düşünürlerin verdiği ortak bir yanıt olmuş. Antik yunandan bu yana, doğudan batıya, bu soruya cevap arayan tüm düşün emekçilerinin üzerinde birleştiği sonuç “erdemsiz mutluluk olmayacağı” tezi. Ahlak felsefesinin, ya da ahlaklı olmanın da hep birinci şartı olmuş “erdemli” olmak.


Sokrates’e (M.Ö. 399) göre “tek kesinlik’tir ‘erdem”, Platon (MÖ 427 - MÖ 347)ancak bilgi sahibi olan erdem sahibi olur” der, Spinoza (1632 – 1677)akla uygun davranmak” olarak tanımlar, Hegel (1770 – 1831)varlığın bilinci” diye tamamlar, Kant (1724 – 1804) da erdemin “bir akıl işi” olduğunda ısrar eder.

El Medinetü'l Fazıla” (Erdemli Şehir) Farabî’nin (872-950) ütopyasıdır; mutluluğa erişmek için elele veren topluma “erdemli toplum”, bunun için elbirliğiyle çalışan dünyaya da “erdemli dünya” der. Böylece, erdemli bir toplumdan “erdemli bir dünya devleti"ne ulaşılır onun ütopyasında.

Anadolu topraklarının en değerli düşünürlerinin, âşıklarının düşünce öncülü sayılan, tasavvuf önderi Hacı Bektaş-ı Velî (1209-1271) her ne ararsan kendinde ara” derken “insanın insan olması”nın erdemini öne çıkartır.


Mevlana (1207-1273)’nın, başta Mesnevi olmak üzere çeşitli eserlerinde yaptığı yüzlerce öğüt arasından seçip ayırdığı ve özellikle vurguladığı o ünlü 7 öğüdü bir “evrensel erdemler listesi” olarak kabul edilir tüm dünyada:
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörürlükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Avrupa’nın engizisyon karanlığında kör olduğu bir çağda, tarihin en kadim halklarının ortak yurdu Anadolu toprakları insanlık erdemlerini büyütmekle meşguldü. O zenginliğin bilgelerinden biri de, damadına “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye öğütleyen Şeyh Edebâli (1206 - 1326) oldu. Bu öğüdün muhatabı Osman Bey Anadolu topraklarının zengin din, inanç, etnisite çeşitliliğini evrensel ve insani olanın erdemiyle birleştirebildiğinde yüzyıllar boyu sürecek “Anadolu’nun kardeşliğini” yaratabildi. Bir kör iktidar uğruna, kardeşliğin düşmanlığa dönüştüğü 600 yıl sonrasında, İttihatçı orduların Enver-Talat-Cemal Paşalarının ırkçı-turancı, ayrımcı politikalarıdır Osmanlı’nın da sonunu getiren.

Montesquieu, "Kanunların Ruhu", 1758
Atatürk, cumhuriyetin ardından bir konuşmasında "Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Oysa cumhuriyet fazilettir" derken [2], altı asırlık imparatorluğun sonuna doğru anayasal bir rejime evrilmiş olsa bile, monarşik bir yönetimle cumhuriyetin arasına “erdem” ayrımını koymuştu. Atatürk’ün cumhuriyet düşüncesine ulaşmasındaki esin kaynağının Montesquieu (1689-1755) olduğu bilinir. Atatürk daha çocuk yaşlarda, Selanik Askerî Rüştiyesinde okurken, Fransızca derslerinde tanışmıştı Fransız devriminin özgürlükçü öncüleriyle. Cumhuriyet düşüncesi somutlaştıkça da anayasa hukuku okumalarında tanıştığı ünlü “Kanunların Ruhu” ve “İran Mektupları” yapıtlarında  Montesquieu cumhuriyet rejimini “erdem” olarak nitelendirir. Fransız devriminin ünlü düşünürü, daha 200 yıl önce, cumhuriyet yönetiminin temelinde yatan ilkeyi “erdem”, monarşinin temel ilkesini “onur”, despot yönetimlerinkini de “korku” olarak tanımlamıştır. Demokratik ya da aristokratik de olsa, cumhuriyetin temel ilkesi erdemdir. Erdem ise özveri, yasalara saygı ve yurt sevgisidir. Bunlara ek olarak, demokrasi eşitlik ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun korunması için de zenginliğin eşit paylaşımı zorunludur. 
  
Anadolu’nun bu engin ve erdemli tarihine rağmen, aynı toprakların türküleri egemenlerinin erkini korumak adına, halklarına yaşattığı kıyım ve katliamların acılarıyla dolu, ne yazık ki! Osmanlı’nın son dönemleri ve sonrasında, geç kapitalistleşen Anadolu coğrafyasında milliyetçi ideolojiler, dolayısıyla da ayrımcılık, hükümetler için her türlü zulmü meşrulaştıran bir gerekçe oldu. İktidarların halka karşı ekonomik ve sosyal politikaları sonunda düştükleri çukurda boğulmamak için sarıldıkları bir can simidi oldu kurgulanmış “yerli ve milli” hasletler. Oysa, ellerine geçen her fırsatta yeni düşmanlar yaratmak zorunda olan egemenler için “millîlik” hiçbir zaman sağlanamayacak bir koca yalandır, çünkü statüko paranoyaktır, hep “barbarları bekler[3], Kavafis’in dizeleriyle, gerçekte olmayan ve asla gelmeyecek olan barbarları… ve hep, her zaman “yerli ve milli birlik ve beraberliğe” ihtiyaçları vardır; asla ulaşılamayacak olan, asla var olmayan, çünkü sadece o “ihtiyaç”tır egemenliği sürdürecek olan.

…ve bugün, ırkçı, milliyetçi, dinci, mezhepçi, cinsiyetçi her türlü ayrımcılığa karşı Anadolu’nun kadim kardeşliğini yeniden yaratmak için

#SavaşakarşıBARIŞ
#KaranlığakarşıAYDINLIK
#ÖlümekarşıYAŞAM
#SiyahakarşıBEYAZ
#KorkuyakarşıERDEM


diyerek, bu toprakların en kadim evrensel ve insani değerlerine YENİDEN sahip çıkmak gerekiyor, çünkü BİRLİKTE YAŞAMAK ve YAŞATMAK için tek yolumuz var: 
O da #AklınYoluOrtakVicdan.

 Can ÇINAR, 2 Mart 2016, İstanbul

(Bu yazı, 3 Mart 2016'da Radikal Blog'da yayınlandı: http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/erdemli-birlik-ve-beraberlik-126777)

Daha sonra da; 27 Ekim 2024'de güncellenerek Dayanışma-Datça.org sitesinde yayınlandı: https://dayanisma-datca.org/erdemli-birlik-ve-beraberlik/

9 Şubat 2016 Salı

Özgürlük

Her insan özgür doğar…

Doğduğu andan itibaren yavaş yavaş alınır özgürlüğü elinden.

Önce büyüklerimizden, sonra arkadaşlarımızdan öğrendiklerimizle, eğitim müfredatıyla, medya bombardımanıyla büyüdükçe gider özgürlüğümüz elimizden. Sosyalleştikçe, bizim dışımızda var olan hayatın kurumları eliyle, o hayatın bir parçası olarak buluveririz kendimizi… 

İşin en başında kimse bize sormamıştır oysa ki… Seçim hakkımız olmamıştır…

Bir gün, ki genellikle gençlik yıllarına denk gelir bu zaman, bir hayat boyu edindiğimiz bilgi ve donanım sayesinde elimizden gidenin farkına vardığımızda, kaybettiğimiz özgürlüğü yeniden yakalama savaşında buluruz kendimizi… 

Ayak diremeye başlarız, önce ailenin kurallarına, sonra okulun, sonra hayatın önümüze engel kurduğu  diğer kurumların...

Aslında bizi kendine göre biçimlendirenlerdir özgürlüğümüzü elimizden alanlar; adına ister devlet deyin, ister sistem, ister düzen… 

Artık seçim hakkı elimizdedir, özgürlüksüzlüğümüzün farkına vardığımızda. Ya bizim dışımızda belirlenmiş bir hayatın parçası olup değiştireceğiz kendi hayatımızı ya da küsüp hayata teslim olacağız biz yokken belirlenmiş koşullara.

Ya nesnesi olacağız hayatın, hayat bizi yontacak istediği gibi ya da öznesi olup sımsıkı donatacağız kendimizi, değiştirmek için o hayatı.

Teslim olmak işin kolayı… Bize sunulan at gözlükleriyle görmemizi istedikleri kadarını görüp kaygısız, mutlu-mes’ut yaşar gideriz. Top patlasa duymayız bize dokunmadıkça ve günü gelir iz bile bırakmadan göçer gideriz bir gün.

Kendi hayatımızın öznesi olup, sımsıkı donanıp insanlığın kadim bilgisiyle, değiştirmeye başladıkça hem hayatı hem kendimizi, geçtiğimiz her yerde bir iz bırakmaya da başlarız. İşte o izlerdir ruhumuzu özgürleştiren. 

Zordur yeniden özgürleşmek, emek ister, ama insanı insan yapar, güzelleştirir hayatı. 

Özgür ruh her emeğe değer!


28 Ocak 2016 Perşembe

Geri dönüşüm emekçileri: Onlar yoksa hayat da yok!

"Çöp" nedir? Evinizde kalabalık yapan, kullanımı biten, kullanmadığınız ya da tüketemediğiniz, fazlalık olan her şey, di mi? Evde kalabalık yapmasın diye bir an önce evin dışına attığımız her şey yani...

Bundan yüz yıl önce hayat da kolaydı, çöpler de basitti. O zamanlar, 100 yıl öncesine kadar kullandığımız her şeyin doğal malzemeden yapıldığını düşünürsek işi biten, "çöp" diye doğaya terk ettiğimiz her şey de doğa tarafından toprakta moleküllerine ayrışarak yeniden doğal ürünlere hayat verebiliyordu, yani "doğal" olarak geri dönüşüyordu.

Artık öyle değil ama... Artık beslendiğimiz gıdalar bile sentetik, yani doğal olmayan, yani doğada kendiliğinden geri dönüşemeyen pek çok madde içeriyor. Bu yüzyılda artık hiç bir şey "kendiliğinden" geri dönüşmüyor, öyle ki dönüşebilir olanın dönüşmesi için yeterli toprak ve doğal alan bile kalmadı.

Bu durumun bir diğer anlamı da şu; eğer yüz yıl önceki tüketim biçimini bugün de sürdürürsek dünyanın devasa bir çöplüğe dönüşmesi kaçınılmaz. Tarihsel olarak, tüketmenin dehşet bir boyutta kutsandığı, daha fazla doğa talanı ve doğal olandan daha fazla uzaklaşmanın "gelişmiş" yaşam biçimi diye tanımlandığı bir zaman dilimindeyiz.

Daha fazla kağıt tüketerek daha fazla ağaç ve ormanı yok ediyoruz. Daha fazla ambalajlı ürün tüketerek atmosfere istiap haddinden çok daha fazla miktarda kirlilik gönderiyoruz. Tüketemediğimiz, çöp diye attığımız gıda ürünleri bile artık doğal ortamında geri dönüşebileceği içinde çürüyebileceği toprak bulmakta zorlanıyor, içindeki sentetik maddeler yüzünden çürüyerek yok olamıyor bile.

Azıcık empati yaparak, "çöp" diye evin dışına atıp kurtulduğumuzu sandığımız atıkların izini sürebilsek, ilginç bir macera çıkacak aslında karşımıza. Aynı torbanın içine atıp evin dışına attığımız her şeyin geri dönüşüm sektörü sayesinde yeniden kullanılabildiği bir teknolojik çağda yaşıyoruz. Yeter ki, bu malzemeler birbirinden ayrışabilsin:
  • Kağıt ya da karton atıklar ayrıştığında milyonlarca ağaç kesilmekten kurtuluyor.
  • Cam atıklar, geri dönüşümlü plastikler (termoplastikler) ayrıştığında petrol türevi tonlarca ağırlıkta kirletici atmosfere salınmayarak ve hayata daha fazla nefes kalıyor.
  • Dönüşümsüz plastikler (termosetler) ayrıştırılarak, atıkları doğada yüzlerce yıl yok olmayarak, doğal canlı yaşam alanlarını işgal etmesinin önüne geçiliyor ve insan eliyle zaten yeterince yok edilen organik doğal yaşamın sürmesine olanak sağlanıyor.
  • Kullandığımız pek çok alet edevatın bileşiminde bulunan demir, alüminyum, bakır gibi metal malzemeler geri dönüşüp eritildiğinde paha biçilmez değerde endüstriyel hammadde olarak kullanılıyor.
  • Pil ya da elektronik cihazların, metal yüzeylerin kaplaması içinde bulunan ve doğada asla ve asla yok olmayan "ağır metal" tanımlı malzemelerin doğaya kontrolsüz olarak bırakılmasının, besin zinciri yoluyla canlı yaşamı tüketen, insanlar için de bilinen pek çok ölümcül hastalığın temel sebebi olduğunu tıp bilimi çok iyi biliyor artık.

Yaşadığımız yüzyılda yepyeni bir ekonomik sektör hâline gelen, yapısı gereği hem insanlığa hem de doğal hayatın sürdürülebilirliği yolunda bunca değeri olan geri dönüşüm zincirinin en kritik noktası, adına "çöp" dediğimiz atıkların kaynağında ya da kaynağına en yakın noktalarda ayrışabilmesi.

Tarladayken çitlediğimiz çekirdeğin kabuğunu toprağa atma alışkanlığımızı şehirde, asfalta, betona atarak sürdüren bir toplumsal davranışla yaşıyoruz bu coğrafyada... Yollara atılan su şişelerini, sigara paketlerini görmemezlikten gelmeyi bile başaran bir davranış alışkanlığımız yerli ve milli bir haslet hâline geldi çoktan.

Bunca kirlilik içinde hayatın sürdürülebilirliği için en "kutsal" görevlerden birini yapanlarsa kuşkusuz ki üç kuruş için günün yarısını kilometrelerce yürüyerek geçiren "geri dönüşüm emekçileri". Görünen o ki, geri dönüşüm ekonomisi giderek büyüyor ve bu büyüyen değerden pay alanlar meydanı artık çoluk çocuğa bırakmadan kendileri çöreklenmek niyetindeler sofraya.


Atıkları kaynağında ayrıştıran geri dönüşüm emekçileri doğanın ve hayatın askerleridir. Onlar yoksa hayat da yok!


(*) Bu yazı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, sokaklarda kağıt toplayan işçilere ve onlardan kağıt alanlara ağır para cezası uygulama kararı üzerine başlatılan "alın terine cezaya “hayır” de, bir imzanla #biriyilikyap" imza kampanyası için yazıldı: #biriyilikyap imza kampanyası için tıklayınız.

HaberSokakta kağıt toplayandan mal alana 140 bin TL ceza



25 Ocak 2016 Pazartesi

“Her Ölüm Erken Ölümdür”, üzer insanı.

Üzülmez olur muyum? Üzüldüm tabii ki…

Sırasız, zamansız, genç ölümler hep üzücüdür, kim olursa olsun.

Bir annenin, bir babanın, çocuklarını bırakıp gitmesi ya da bir çocuğun ana-babasını bir daha dönmeyecek şekilde terk etmesi acıdır, çok acıdır, kalanları çok acıtır.

“Her ölüm erken ölümdür” der şair, en erkeni de zamansız, sırasız olması…

Elbette ben de çok üzüldüm Mustafa Koç’un ani kaybına. Eşini yalnız bırakmasına, çocuklarını babasız bırakmasına, ailesini aniden bırakıp gitmesine…

Ama 4 yaşında Ege denizinde boğulup ölen Aylan bebekten, 3 aylıkken dedesinin kucağında gözünün altından vurulan Mirey bebekten, kendi evinde anne-babasını gözü önünde vurulan Dilek’ten, iki gündür bir bodrum katında yaralı hâlde ambulans bekleyen ve kan kaybından ölen gençlerden daha fazla değil üzüntüm.

Elbette, hiçbir acıya benzemez insanın en yakınını, canından bir parçayı kaybetmenin acısı. Ama ölümler arasında acı yarıştırmanın, hele ki herhangi bir ölümün ardından nefret büyütmenin akıl ve vicdan yitikliği olduğu kanısındayım.

Mustafa Koç bu ülkenin en büyük sermaye grubunun üçüncü kuşak patronlarından bir “burjuva”ydı. Ait olduğu sınıfın en has kapitalistiydi. Ailenin sahibi olduğu grubun başına geçtikten sonra cirosunu %800, kârlılığını da kat be kat büyütmüştü. Aynı sürede çalışan sayısını sadece 2 kat arttırdığına bakılırsa verimlilik konusunda da oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

Bu veriler, kapitalizmin kriterleri açısından “başarı” göstergeleri… Kapitalizmde kârın ençoklaştırılması ve sermaye birikiminin bilindik yöntemleri daha fazla emek sömürüsü, yani artı-değerin daha fazlasına sermaye tarafından el konulması, kamusal alanların ve kamusal olanın, doğa ve toprağın daha fazla talan edilmesiyle mümkün olduğunu bilerek tabii ki…

Büyük bir sermaye grubunun üçüncü kuşağı olmak, elbette iyi bir eğitim, iyi bir görgü seviyesi demek. Sadece okulluluk anlamında değil, kültür, sanat, spor ve insani tüm alanlarda bilgi ve insanlık birikimini de özümsemek anlamına geliyor. İyi ve erdemli bir burjuvadan da beklenen odur hem tarihsel olarak, hem de insanlık adına. Mustafa Koç’un bu alanda da oldukça başarılı ve ender rastlanan, birikimli ve erdemli bir burjuva olduğu anlaşılıyor, hakkında anlatılanlara bakılırsa.


Çalışanlarıyla kurduğu insani ilişkiler, ayrımcılığa karşı kampanyalar, yoksulların eğitimi konusunda çabaları, kan bağışı gibi konularda cömertliği elbette iyi ve erdemli bir insan olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ölümünden sonra adı hayırla ve saygıyla anılacaktır, buna hiç kuşku yok.

Ancak, bir kişinin “erdemli ve saygıya değer bir burjuva” olması, başında olduğu sermaye grubunun tarihsel sorumluluklarını göz ardı etme aymazlığı anlamına gelmemeli;

+ Gezi isyanı sırasında gayet insanî bir anlayışla, polis şiddetinden canını korumaya çalışan insanlara otelinin kapısını açması kadar doğal ve insani bir davranış olamaz. (Elbette bunu yapan sadece Divan oteli değildi, aynı bölgede pek çok otelin aynı davranışı gösterdiğini hepimiz biliyoruz) En büyük sermaye grubunun bu “muhalif(!)” ve insanî davranışı göstermesi takdire şayandır elbette. Ancak aynı zamanda, gene Gezi isyanında, öncesinde ve sonrasında da, her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak için devlet eliyle kullanılan TOMA, Akrep ya da Kobra gibi araçların da tasarım ve üretiminin Koç grubuna ait Otokar fabrikalarında tasarlanıp üretildiğini unutmamak gerekiyor…

+ Bugün cenazesine katılan, Türkiye’nin bilinen en sarı sendikası Türk Metal üyesi işçilerin minnet borcuna karşılık, daha geçen yıl, Tofaş’ta sadece sendikal hak mücadelesi veren 175 işçinin işten atıldığını ve hâlâ bu işçilerin direnişinin sürdüğünü unutmamak gerekiyor…

+ Koç grubunun sermaye birikimini 8 kat arttırdığı günlerde, binlerce işçinin çalıştığı bir kamu işletmesi olan SEKA Gölcük fabrikasının kapatılarak Demirel tarafından, bütün itirazlara rağmen, Ford fabrikası yapılması için Koç grubuna peşkeş çekildiğini unutmamak gerekiyor…

+ Son günlerin ilk gündem maddesi olan, Rusya’nın uydu görüntüleriyle kanıtladığı, Suriye’nin “terörist” gruplarından gayrimeşru yollarla satın alınan petrolün arıtılmak üzere, Kuzey Irak üzerinden nakledildiği Batman rafinerisinin sahibinin de aynı Koç grubu olduğunu unutmamak gerekiyor…

+ Küresel kapitalizmin tüm dünyadaki hegemonya stratejilerinin belirlendiği, yani şu meşhur her melanetin sorumlusu bildiğimiz “emperyalist üst akıl” diye adlandırılan dünyevi toplum mühendisliğinin atölyesi, yani yeni dünyanın dizayn edildiği “Bilderberg Kulübü”nün Türkiye Daimi Temsilcisinin de rahmetli Mustafa Koç olduğunu unutmamak gerekiyor…

Elbette bütün bunlar ve daha sayılmayan bir sürü veri ve bilgi, ölen bir insanın ardından olumsuz konuşmak için yeterli bir sebep değildir.

Çağımızın en tarihsel gerçekliği, uzlaşmaz emek-sermaye çatışması içinde durduğumuz yere göre kendi değer yargılarımızı tanımlıyoruz, her birimiz. Dünya üzerindeki zenginliğin giderek daha az elde toplandığı, küresel hegemonyanın giderek daha çok arttığı, daha çok sayıda insanın giderek yoksullaştığı, buna karşılık daha az sayıda ailenin giderek daha fazla servet biriktirdiği eşitsiz ve dengesiz bir tarihsel zaman diliminden geçiyoruz.

Ancak, dünyadaki bütün burjuvalar ölse bile, üretilen zenginliğin bu eşitsiz ve dengesiz paylaşımına dayalı küresel kapitalist hegemonya devam edecektir. Sermayenin hegemonyasının sonu sermaye sahiplerinin ölümüyle değil, eşitlikçi, özgürlükçü, adil üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ve demokratik bir paylaşım sisteminin inşasıyla mümkün ancak. Bunu da unutmamak gerekiyor...

Ötesi erdemsiz bir yanılsamadan ibarettir.

Can Çınar, 25 Ocak 2016