Kendimi bildim bileli, bu ülkede “milli birlik ve beraberliğe en çok
ihtiyacımız olan günler”den geçeriz hep. En azından kırktan fazla yıldır
her ölümlü vukuat sonrası dinleriz bu duyuruyu “devletlû âli”den. Her defasında “EN” çok ihtiyacımız olduğundan artık hangisinin daha “en” olduğu tartışma götürür oldu; demek
ki her defasında bir sonraki felaket bir öncesinin yerine geçerek onu aşıyor ve
hep daha fazla “en” oluyor bu
ihtiyaç. Son olarak, geçtiğimiz hafta başkentin ortasında, meclis, genelkurmay
ve kuvvet komutanlıklarının dibinde patlayan canlı bombanın ardından, anladık
ki; önceki onlarca, hatta belki de yüzlerce toplu kırım sonrasında ihtiyacımız
olandan çok daha fazla ihtiyacımız var gene o birlik ve beraberliğe…
Yanlış değil elbette… Dünyanın her
ülkesinde, tarihin her zaman diliminde halklara korku salan (ki tam da budur dillere pelesenk olan “terör”
teriminin karşılığı) her ölümcül, kıyımcıl saldırıyı durdurmanın tek yolu,
o coğrafyadaki insanların üzerinde ortaklaştığı değerler oldu bugüne kadar.
 |
Madrid, 13 Mart 2004 |
11 Mart 2004’te, İspanya’nın başkenti Madrid’in
göbeğinde, Atocha garına yaklaşmakta olan bir trende, genel seçimlerin 2 gün
öncesinde, bir bomba patladı. 191 ölü, 1800 civarında yaralıydı patlamanın
bilançosu. Olayın üstünden henüz birkaç saat geçmişti ki, zamanın başbakanı,
sağcı Halk Partisi’nin başkanı José María Aznar patlamanın sorumluluğunu
İspanya’nın “geleneksel teröristi”
BASK bölgesinin ayrılıkçı örgütü ETA’ya yıkan bir konuşma yaptı. Ama korkusu,
öfkesine karışmış Madrid halkı için doyurucu bir suçlama değildi bu alelacele
yapılmış resmi açıklama. Aynı gece ve izleyen 2 gün boyunca, cep telefonlarının
kısa mesaj servisleri, siyasi görüşleri, etnik kökenleri ne olursa olsun, tüm
İspanyol yurttaşlarının “gerçeği söyle!” mesajlarıyla kilitlendi. (O yıllarda ne facebook, ne de twitter vardı).
Sonrasında El Kaide tarafından üstlenilen, failleri, planlayıcıları ve
destekçileri de yakalanan patlamanın ardından, 1,5 milyon İspanya yurttaşı korkusuzca, “gerçeğin peşinde” yürüdü Madrid caddelerinde. Olaydan iki gün
sonraki seçimlerde, anketlerde önde görünmesine rağmen, Aznar seçimi açık
farkla kaybetti. Politik rant devşirme uğruna söylediği “yalan”ı İspanya halkı
affetmedi; çünkü “gerçek” her şeyden değerliydi ve İspanya’nın yurttaşlarını
birleştiren bir değerdi. Yalanı affetmeyen İspanya halkları, yıllarca ayrılıkçı
şiddetin kurbanı olmuşken, bugün gerçeğin peşinde #Barış’ı yaşıyor. [1]
 |
Eugène Delacroix (1798-1863), "Halka yol gösteren Özgürlük" tablosu |
Çok değil, daha 3 ay önce, 13 Kasım 2015
gecesi, Fransa’nın başkenti Paris kana bulandı. İŞİD’in cihatçı militanlarının
6 ayrı noktada yaptığı silahlı ve bombalı saldırılarda bir gecede 140’a yakın
kişi hayatını kaybetti. Katliamı izleyen günler boyunca Paris halkı sokaklarda
korkuya karşı “tricolor”un (tricolor=üç renk) etrafında birleşti.
Sosyal medya hesaplarında profiller, bir zamanlar Kieslowski’nin “üç renk” üçlemesinde olduğu gibi, “mavi”, “beyaz” ve “kırmızı”ya
büründü. Çoğumuzun sandığının tersine, “üç renk” Fransa için ulusal bir
bayraktan çok ötede “evrensel” bir anlam taşır. 1789 Fransız Devrimi’nin
sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”
üçlemesinin rengidir “tricolor”. Bu
üç tarihsel kavram, iki yüzyıldır sadece Fransa’nın değil, tüm uygar dünyanın
üzerinde ortaklaştığı insanî bir değer hâline geldi.
 |
II. Meşrutiyet hatırası, 1908
"hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet" |
Yüzyılın başında, Osmanlı’nın son dönemlerinde, İttihat
Terakki’nin de kuruluş ilkesi ve 1908 devriminin sloganı da gene bu üç renkten
çıkmıştır: “hürriyet – müsavat – uhuvvet
- adalet”. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist işgal altında,
yenilmiş bir imparatorluğun küllerinin ardından ulusal kurtuluş hareketini
ateşleyen ve devamında doğan cumhuriyetin habercisi de Anadolu halklarının
üzerinde birleştiği bu düşünsel ilke ve değerlerden başka bir şey değildir: Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik.
Ardından, Birinci Dünya Savaşı sonunda,
Çanakkale’yi savaşarak geçemeyen İngiliz sömürgeciliği Mondros ve Sèvres ateşkesiyle
kuzu kuzu boğazları geçip İstanbul’a yerleşti. Devamında, 1789 Fransız
devriminin ve 1908 Osmanlı Meşrutiyetinin rüzgârını arkasına alıp Cumhuriyet
Türkiye’sini yaratan Kuvayı Milliye hareketinin tüm Anadolu halklarını
sömürgeci işgale karşı birleştirici gücü gene bu üç renkle sembolize edilen
evrensel ilkelerin “bağımsızlık” hedefiyle somutlaşması oldu. 1919’da
Samsun’dan başlayan, bütün Anadolu’yu örgütleyerek, Ankara’da yeni meclisin
kurulması, 1921 anayasası, bağımsızlık savaşının zaferi ve cumhuriyetin ilânına
kadar geçen süre, dünyanın en tarihsel coğrafyasında yaşayan halkların tüm
farklılıklarıyla “birlikte” evrensel ve insansal erdemlerin
etrafında birleşmesinin eseridir. Elbette ki bu “erdemli birlik ve beraberliği” güce dönüştüren bir “birleştirici ve güçlü liderlik”
sayesinde.
Geldik bugüne… Üstünden geçen 90 yıllık
cumhuriyet macerası 600 yıllık Osmanlı mülkünün paylaşımıyla geçti. Anadolu’nun
kapitalistleşmesi için egemenlerin muhtaç olduğu sermaye birikiminin
yaratılması iktidar olsa da olmasa da hükümetlerin her zaman ilk görevi oldu.
Bu uğurda her yol mübâh oldu, nice canlar pahasına. Yitip giden her canın
ardından egemenlerin dilinde hep bir “ama” ezberi var oldu… ve hep “milli birlik ve beraberliğe” muhtaç
olduk…
Hrant Dink bir gündüz vakti İstanbul’un
göbeğinde vurulduğunda, yakalanan katili bayrak önünde gülerek poz verirken “ama o da ermeni” mesajını yayıyordu cümle
âleme; ardından görülmedik bir yürüyüşe tanık oldu İstanbul caddeleri, “kardeşliğine sahip çıkamamış halkların
utancıyla” hakikat olan “erdemli”
birlik ve beraberliği hatırladı.
Roboski’de bu ülkenin öz çocukları kendi
ordusu tarafından bombalandığında önce “ama terörist” sonra “ama kaçakçı” ilân edildiler. Suriye sınırında, Reyhanlı’da bombalar
patladığında yitip giden 52 can, ardından gelecek katliamların da habercisi
oldu, çünkü gene milli birlik ve beraberliğimize “kasteden düşmanlar” harekete geçmişti bile çoktan. Gezi’de Türkiye
yeniden hatırladı “özgürlük, kardeşlik,
eşitlik ve dayanışma” değerlerini, üstelik “parasız, devletsiz bir yaşam” deneyimini yaşadı bir nesil Taksim’in
göbeğinde. O gün bugündür hiçbir şey eskisi gibi olmadı artık. “Evrensel” olanın yarattığı tehlikeli(!) dayanışmanın önüne geçmenin
tek yolu daha fazla ölüm ve ölümler üzerinden daha fazla ayrımcılık oldu.
İstanbul ve İzmir’den kalkıp, Kobane’ye kardeşlik dayanışmasını götüren gençler
Suruç’ta öldüklerinde “ama o çocukların ne işi vardı orada” dedi kimileri, oysa orası da bu
ülkenin toprağıydı, Bodrum kadar, Çeşme kadar. Ankara’da barış mitingine
giderken ölenler “ama onlar da terörist”
ilan edildi ve üstelik “milli” bir
maçta, Nasreddin Hoca ve Mevlana gibi iki evrensel değeri çıkartan topraklarda
yuhalandılar, çünkü ölenler “yerli ve
milli”, “iktidardan yana” yani “biz”den değildiler…
…ve elbette gene en çok “milli birlik ve
beraberliğe” ihtiyaç olduğumuz günlere geri geldik…
Oysa bu coğrafyanın tarihi, bu
toprakların “en yerli” kadim halklarının
“erdemli birlik ve beraberliklerinin” yaşamdan yana insanlık zaferleriyle dolu.
Faili ve sorumlusu kim olursa olsun, üzerlerine salınan şiddetle yaratılmak
istenen korkunun üstesinden gelebilen halklar, bunu ancak ve ancak üzerinde BİRleşebildikleri kâdim ve evrensel insanî
değerlerle, erdemle başardılar.
Erdem… Peki nedir “erdem” ve “erdemlilik”?
Yeni Türkçede “erdem”, eski Türkçede “fazilet” diye tanımlanan bu kavram,
insanlığın düşünce tarihi boyunca “yaşamın anlamı nedir?” sorusuna düşünürlerin
verdiği ortak bir yanıt olmuş. Antik yunandan bu yana, doğudan batıya, bu
soruya cevap arayan tüm düşün emekçilerinin üzerinde birleştiği sonuç “erdemsiz mutluluk olmayacağı” tezi. Ahlak
felsefesinin, ya da ahlaklı olmanın da hep birinci şartı olmuş “erdemli” olmak.
Sokrates’e (M.Ö.
399) göre “tek kesinlik’tir
‘erdem”, Platon (MÖ 427 - MÖ 347) “ancak bilgi
sahibi olan erdem sahibi olur” der, Spinoza
(1632 – 1677) “akla uygun davranmak” olarak tanımlar, Hegel (1770 – 1831) “varlığın
bilinci” diye tamamlar, Kant (1724 – 1804) da erdemin “bir akıl işi” olduğunda ısrar eder.
“El
Medinetü'l Fazıla” (Erdemli Şehir)
Farabî’nin (872-950) ütopyasıdır; mutluluğa
erişmek için elele veren topluma “erdemli
toplum”, bunun için elbirliğiyle çalışan dünyaya da “erdemli dünya” der. Böylece, erdemli bir toplumdan “erdemli bir dünya devleti"ne
ulaşılır onun ütopyasında.
Anadolu topraklarının en değerli
düşünürlerinin, âşıklarının düşünce öncülü sayılan, tasavvuf önderi Hacı Bektaş-ı Velî (1209-1271) “her ne ararsan
kendinde ara” derken “insanın insan
olması”nın erdemini öne çıkartır.
Mevlana (1207-1273)’nın,
başta Mesnevi olmak üzere çeşitli eserlerinde yaptığı yüzlerce öğüt arasından
seçip ayırdığı ve özellikle vurguladığı o ünlü 7 öğüdü bir “evrensel erdemler listesi” olarak kabul
edilir tüm dünyada:
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi
ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi
ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi
ol.
Hoşgörürlükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol.”
Avrupa’nın engizisyon karanlığında kör olduğu bir çağda,
tarihin en kadim halklarının ortak yurdu Anadolu toprakları insanlık
erdemlerini büyütmekle meşguldü. O zenginliğin bilgelerinden biri de, damadına
“Ey Oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
diye öğütleyen Şeyh Edebâli (1206 - 1326) oldu. Bu öğüdün muhatabı Osman Bey Anadolu topraklarının zengin din,
inanç, etnisite çeşitliliğini evrensel ve insani olanın erdemiyle birleştirebildiğinde
yüzyıllar boyu sürecek “Anadolu’nun
kardeşliğini” yaratabildi. Bir kör iktidar uğruna, kardeşliğin düşmanlığa
dönüştüğü 600 yıl sonrasında, İttihatçı orduların Enver-Talat-Cemal Paşalarının
ırkçı-turancı, ayrımcı politikalarıdır Osmanlı’nın da sonunu getiren.
 |
Montesquieu, "Kanunların Ruhu", 1758 |
Atatürk, cumhuriyetin ardından bir konuşmasında "Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir
idaredir. Oysa cumhuriyet fazilettir" derken [2], altı asırlık imparatorluğun
sonuna doğru anayasal bir rejime evrilmiş olsa bile, monarşik bir yönetimle
cumhuriyetin arasına “erdem” ayrımını
koymuştu. Atatürk’ün cumhuriyet düşüncesine ulaşmasındaki esin kaynağının Montesquieu (1689-1755) olduğu bilinir. Atatürk daha çocuk yaşlarda, Selanik
Askerî Rüştiyesinde okurken, Fransızca derslerinde tanışmıştı Fransız
devriminin özgürlükçü öncüleriyle. Cumhuriyet düşüncesi somutlaştıkça da
anayasa hukuku okumalarında tanıştığı ünlü “Kanunların
Ruhu” ve “İran Mektupları”
yapıtlarında Montesquieu cumhuriyet
rejimini “erdem” olarak nitelendirir. Fransız devriminin ünlü düşünürü,
daha 200 yıl önce, cumhuriyet yönetiminin temelinde yatan ilkeyi “erdem”, monarşinin temel ilkesini “onur”, despot yönetimlerinkini de “korku” olarak tanımlamıştır. Demokratik
ya da aristokratik de olsa, cumhuriyetin temel ilkesi erdemdir. Erdem ise özveri, yasalara saygı ve yurt
sevgisidir. Bunlara ek olarak, demokrasi eşitlik ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun korunması için de
zenginliğin eşit paylaşımı
zorunludur.
Anadolu’nun bu engin ve erdemli tarihine
rağmen, aynı toprakların türküleri egemenlerinin erkini korumak adına, halklarına
yaşattığı kıyım ve katliamların acılarıyla dolu, ne yazık ki! Osmanlı’nın son
dönemleri ve sonrasında, geç kapitalistleşen Anadolu coğrafyasında milliyetçi
ideolojiler, dolayısıyla da ayrımcılık, hükümetler için her türlü zulmü
meşrulaştıran bir gerekçe oldu. İktidarların halka karşı ekonomik ve sosyal
politikaları sonunda düştükleri çukurda boğulmamak için sarıldıkları bir can
simidi oldu kurgulanmış “yerli ve milli”
hasletler. Oysa, ellerine geçen her fırsatta yeni düşmanlar yaratmak zorunda
olan egemenler için “millîlik” hiçbir
zaman sağlanamayacak bir koca yalandır, çünkü statüko paranoyaktır, hep “barbarları
bekler”[3], Kavafis’in dizeleriyle, gerçekte olmayan ve asla gelmeyecek
olan barbarları… ve hep, her zaman “yerli
ve milli birlik ve beraberliğe” ihtiyaçları vardır; asla ulaşılamayacak
olan, asla var olmayan, çünkü sadece o “ihtiyaç”tır
egemenliği sürdürecek olan.
…ve bugün, ırkçı, milliyetçi, dinci,
mezhepçi, cinsiyetçi her türlü ayrımcılığa karşı Anadolu’nun kadim kardeşliğini
yeniden yaratmak için
#SavaşakarşıBARIŞ
#KaranlığakarşıAYDINLIK
#ÖlümekarşıYAŞAM
#SiyahakarşıBEYAZ
#KorkuyakarşıERDEM
diyerek, bu
toprakların en kadim evrensel ve insani değerlerine YENİDEN sahip çıkmak gerekiyor, çünkü BİRLİKTE YAŞAMAK ve YAŞATMAK için tek yolumuz var:
O da #AklınYoluOrtakVicdan.
Can ÇINAR, 2 Mart 2016, İstanbul