17 Mayıs 2020 Pazar

Corona krizi mi? Meşruiyet krizi mi?


İnsanın aklı torba değil ki büzesin… 
Beyin damarlarının vanası yok ki kısasın… 
Zihin bu, her şeyden tahrik oluyor, her kokudan nem kapıyor… 
Hâliyle insanın aklına türlü türlü sorular düşüyor… 
Hele ki bu sıkıcı, alışmamaya çalıştığımız, korku dolu, yalıtımlı pandemi günlerinde…

Şu iki olasılık kafamı kurcalayıp duruyor ne zamandır: Birincisi, gerçekte son yıllarda, hemen hemen her mevsim geçişinde haber konusu olan, yaygın ve salgın grip vakaları arasında, geçtiğimiz ocak ayı içinde Çinli bir doktor “Covid-19” diye tabir edilen, yeni nesil, mutasyonlu bir virüsü “tespit” etmiş olmasaydı; ikincisi bu sürecin devamında Dünya Sağlık Örgütü, özellikle yaygın medya, hatta sosyal medya ve gelişmiş ülke hükümetlerinin etkisi altında söz konusu salgının tanımını “küresel pandemi” olarak nitelendirmemiş olsaydı, şu anda nasıl bir hayat yaşıyor olacaktık acaba?

Yılbaşından bu yana dünyada, son iki-üç aydır da ülkemizde yaşanan sürecin özeti şu: dünya istatistiklerine göre, salgının yaygın olduğu gelişmiş ülkelere ve yayılmanın düşük olduğu görece az gelişmiş coğrafyalara bakıldığında, her iki durum arasında çok çarpıcı ve dramatik farklar olmadığı kesin… Evet, başlangıçta yaygın bir korku, endişe ve kaygıyla, hep geçmiş yüzyılların veba, İspanyol gribi gibi pandemik vakalar örneğine bakarak pek çok ülke hayatı durdurma kararı verdi ve dünya üstünde hayat durdu, milyarlarca insan evine kapandı… 

Peki ya kapanmasaydı?

Hastalığın yarattığı somut verilere bakılırsa, bu hastalık özellikle bağışıklık sistemi zayıf, kronik hastalığı olan, özellikle de 50-60 yaş üstü nüfusta için ölümcül olabiliyor. Pek çok kişiyse, ki neredeyse hastalığa yakalananların %95’i kısa süreli bir tedavi sonrasında iyileşiyor. Peki son yıllarda, sıklıkla, hepimizin geçirdiği mevsimsel grip vakalarından farkı ne bu verilerin?


Öyle anlaşılıyor ki, “Covid-19” virüsü diğer virüslerden ayırt edilmiş olmasaydı ve dünya sağlık örgütü “küresel pandemi” ilan etmemiş olsaydı, muhtemelen şu anda bizler de, tüm dünya da olağan yaşam mücadelesine devam edecek, büyük bir çoğunluğumuz yine bir mevsimsel grip geçirmiş ve yeniden hayata dönmüş olacaktık. Hatta belki de pek çoğumuz Türkiye’de resmi olarak salgının ilân edildiği 11 Mart tarihinden önce bu ya da benzer bir grip vakasını atlatmış durumdayız… Hem ülkede hem de dünyada genel sağlık istatistiklerine bakıldığında, belki toplam ölüm oranlarında %1 gibi, olağan seviyede bir artışla karşılaşacaktık. Bu süreçte de pek çok ölüm vakası, daha önceleri de olduğu gibi, grip etkisiyle de olsa, kalp, organ ya da solunum yetmezliği ve benzeri bilinen olası diğer sebepler olarak kayıtlara, istatistiklere geçmiş olacaktı.

Elbette, olası senaryolar hep spekülatif yorumlar olacaktır. Olası sonuçları asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Doğru nedir arayışındaysak eğer, gerçek olan, somut, verili duruma bakmak gerek. 

Peki bu yaşananlarla ne değişti? Kritik soru bu olmalı…

Küresel pandemi ilânı dünyada, özellikle de “gelişmiş” diye nitelenen, batılı “görece” demokratik ülkelerin yönetim biçimlerini ciddi olarak etkiledi. Sosyal medya etkisiyle de üstel olarak, son derece büyük bir hızla artan bir “küresel korku pandemisi” sayesinde, normal koşullar altında adı bile telaffuz edilemeyecek olan, önlemler(!) hızla hayata geçirildi. Demokrasi adı verilen, ülke yönetimlerinin karar alma süreçlerindeki örgütlü katılım mekanizmaları, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da devre dışı bırakıldı… ve hepsinden önemlisi tüm bu özgürlük kısıtlamalarına müthiş bir “toplumsal rıza” sağlanmış oldu.

Habermas ve benzeri çağdaş sosyal bilimcilere göre, “geç kapitalizm çağı” olarak tanımlanan çağımızın tek ayırt edici karakteri ekonomik ve sosyal krizler değil, bunlardan çok daha fazlasıyla bir motivasyon ve meşruiyet krizidir(*). Küresel sermayenin kendini yeniden üretebilmesi için, giderek daha sürdürülemez hâle geldikçe, mevcut büyüme ve kâr mekanizmalarının çaresiz ve yetersiz kaldığı yerlerde, devlet ve iktidarların bunun için aldığı önlemlere çalışan geniş halk yığınlarının rıza göstermemesi küresel sistemin en büyük kriz nedeni hâline geldi.

Bugün sadece Türkiye değil, dünya ekonomisine bakıldığında, boyutları çok daha büyük, 1929 buhran yıllarının özellikleriyle benzerlikler kurmak mümkün. 1929 Büyük Buhran’ını, kapitalizm, 1930’lu yıllarda ulus devletlerin totaliterleşmesi ve devamında da dünya pazarlarının yeniden paylaşılmasını sağlayan bir dünya savaşıyla aşmıştı. 30’lı yılların totaliter rejimlerinin büyümesi ve güçlenmesiyse ancak ve ancak yoksullaşan geniş halk yığınlarının toplumsal rızası sayesinde olmuştu. Bu rızayı sağlayan en büyük etkiyse elbette ki salınan korkuydu.

Başımıza gelen bu “küresel pandemi” felaketinin en fazla ses getirdiği coğrafyanın, salgının en çok yayıldığı kentlerin, Wuhan, Milano, Madrid, New York, İstanbul gibi, endüstriyelleşmiş, teknolojik metropoller olması hiç şaşırtıcı değil. Elbette ki nüfusun dar bir alanda sıkışmış olması virüsün yayılmasında önemli bir etken, ama aynı zamanda küresel kapitalizmin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli karar alma süreçlerinin de merkezleri konumunda olması da rastlantı değil. Bu metropollerde yaşanan korkunun, bundan sonrasında tüm dünyaya yönelik atılacak yeni totaliter adımların meşruiyet merkezleri olacağı da şimdiden öngörülebilir.

Şimdi, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı konuşuluyor. 

Evet, tarih boyunca kritik dönüm noktalarından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ateş bulunduğunda, tekerlek icat edildiğinde, ilkel tarım ortaya çıktığında, sanayi devrimi sonrasında, Avrupa’da veba salgınından sonra, iki dünya savaşından sonra dünyada hiçbir coğrafyada, hiçbir toplum eskisi gibi yaşamadı. Dönemin yeni ihtiyaçları, yeni davranış biçimleri, dolayısıyla yeni yönetim biçimleri ortaya çıktı. Ama hiçbir toplumsal yaşam biçimi ve devamında da egemen yönetim sistemleri, ekonomik zenginliğin üretim ve paylaşım rejimleri toplumsal rıza ve kabule rağmen gerçekleşmedi. Bundan sonra da öyle olacak elbette…

Yeni düzen ne getirecek göreceğiz… Ama şimdiden belli olan, yeni dünya ve yeni çağın toplumsal işaretleri var: artık daha az yan yana geleceğiz, sarılmak, öpüşmek gibi aşırı(!) insanî davranışlar olmayacak, yüz yüze ilişkiler yerini “online” iletişime bırakacak, daha fazla su, sabun, deterjan ve dezenfektan tüketeceğiz, ne amaçla olursa olsun, yolculukların maliyeti artacak, zorunlu olmadıkça bir yerden bir yere gitmeyeceğiz, bunun yerine elimizdeki son teknoloji iletişim araçlarıyla ulaşacağız her yere, yolculuklarımız da sanal (hatta astral) olacak daha çok, alışverişlerimizi büyük market ve semt pazarlarımızdan daha az yapacağız, internet siparişleri hayatı zaten kolaylaştıran etkiler… Yani fiziksel olarak daha fazla yalnızlık ama daha fazla sosyallik yanılsaması bizi bekliyor…

Devamında da daha yeni iş alanları ortaya çıkacak gibi görünüyor. Daha hızlı iletişim, daha fazla kodlama, daha çok yazılım, daha robotik çözümler, yapay zekâ teknolojisi, otomatik tarım süreçleri, insansız fabrikalar ve benzeri tekniklere yönelik fiziksel emekten çok zihinsel üretime dayalı üretim etkinlikleri değerlenecek, elbette bu alanlara yatırım yapan sermaye de kendini yeniden ve çok daha fazla üretme fırsatı bulacak.

Korkunun, virüsten korkmanın ecele faydası var mı? 

Onu bilemem ama yaratılan ve el birliğiyle çoğalttığımız korkunun yeniden biçimlendirilen dünyanın meşruiyetini şimdiden sağlamak için bulunmaz bir fırsat olduğu açık… Asıl olan yeni dünya düzeninde ve yeni zamanlarda bizler, sıradan ve üretken yurttaşlar, neye rıza göstereceğiz, özgürlüklerimizden ne kadar vazgeçeceğiz, binlerce yıllık özgürlük, demokrasi ve hak mücadelesinden ne kadar uzağa düşeceğiz… Bunu şimdiden öngörmek çok zor…