22 Ekim 2024 Salı

Neden şimdi?!

Ekonomi dibe vurmuş. Çalışan, çalışamayan, işçi, işsiz, emekli ve emekçi, büyük-küçük, genç yaşlı, %99 geçim derdinde, tam gaz açlık sınırına doğru yuvarlanarak gidiyoruz topyekûn.

İşçiler iş cinayetlerinde, kadınlar evlerinde, çocuklar hastanelerde, hayvanlar barınaklarında, hepimiz çürük betonların altında ölüyoruz topyekûn. 

60'ların sonunda, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ardından, devlet desteğinde "Komünizmle Mücadele Derneği" kurucusu, her devir siyaset odağının hep yanı başında, 12 Eylül rejiminin yol verdiği, 90'ların faili meşhur cinayetleri arasında palazlanmış, AKP iktidarı ile yeni yüzyılda devlete çöreklenmiş vaiz bozuntusu ölür ölmez ne oldu da devletin her devirdeki egemenlerinin rotası bir gecede değişti şimdi?

Ne tesadüf değil mi? 1999'dan 2024'e 25 yılın sonunda yine benzer rastlantı: Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999'da,  bir CIA operasyonuyla yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmişti. Çok değil, hemen ardından, Fetullah Gülen de 21 Mart 1999'da, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne ulaşan istihbaratın hemen ardından, hastalığının tedavisi bahanesiyle Türkiye'yi terk etti ve ABD'ye yerleşti... "Takas mı yapıldı?" sorusu kaldı akıllarda, o günden beri. Dün Gülen öldü, bugün de Öcalan meclise davet edildi. Neden şimdi?.. Malum, mevzubahis "dövletin bekası" olunca her yol mübah bu ülkede... Yine mi beka kazanacak?..


Yanı başımızda hem kuzeyde hem de güneyde bir savaş sürüyor. Hem Karadeniz'in kuzeyinde hem de Orta Doğu coğrafyası yeniden paylaşılıyor. Olup bitenlerin hiç biri, dünya sermayesinin büyük aktörleri ABD, AB, RUSYA ve ÇİN'in kontrolü dışında değil. Ukrayna, İran, Suriye, Filistin coğrafyasında kıyamet koparken dünya dengesi yeniden kuruluyor. Türkiye'nin siyaset dengelerini de bu gelişmelerin dışında yorumlamak mümkün değil.

Sermayenin ne ulusu ne de etnik kökeni var, dini ve mezhebi de yok. Yeni kurulacak dengeler içinde potansiyel yatırım alanlarında yer tutmak için şimdiden saflar sıkılaştırılıyor olmalı. Hem  de yıllardır ülkeye bir türlü giremeyen yabancı yatırımcı eliyle sermaye transferinin yolunu açacak olan "istikrar" için "milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz" bu zamandan daha iyi bir fırsat olabilir mi?

Görünen o ki, önümüzdeki günlerde, dünyanın küresel patronlarınca Türkiye ve çevresindeki coğrafya yeniden biçimlendirilecek. Elbette bu sürecin taşeronluğu da "yerli ve milli" sermayemizle "kardeş Kürt" sermayesinin işbirliği ile yürütülecek.

Bu hazırlık için yeterli koşul da zaten hazır: Anadolu coğrafyasının tüm halklarının eşitliği ve kardeşliği için yüz yıldır savaşım veren sosyalistlerin sesinin kısıldığı, toplumsal muhalefetin azgınca bastırıldığı bir dönemdeyiz. Ana muhalefetin lideri, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in, daha dün Selahattin Demirtaş'ı ziyaret etmesi de bir rastlantı değil. Yeni dönemin iktidar ve muhalefet safları da netleşiyor giderek.

Görelim bakalım. Kartlar yeniden dağıtılınca elimizde neler olacak? Kimler kimlerle iş tutarken ortak coğrafyanın %99'unun cebinde ne kalacak acaba?


13 Ekim 2024 Pazar

AÇIK RADYO Susturulamaz ki!

Bir devlet kurumu olarak, ülkenin tüm renklerine ve seslerine eşit mesafede durmak ve tüm yayın kuruluşlarının hak ve hukukunu gözetmek görevi olan RTÜK, 30 yıldır “kâinatın tüm seslerine AÇIK RADYO”nun yayın lisansını mahkeme kararını beklemeden iptal etti. Asli görev ve sorumluluğunu bir kenara bırakan kurum, kâinatın farklı seslerinden rahatsız ve tedirgin olan her soluğu kesmeye çalışan iktidarın dediğini yapıyor.

“Kâinatın sesi AÇIK RADYO” 1995’ten bu yana yayın yapıyor. Şiârı da "kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo". “Hiçbir çıkar ve sermaye grubuna bağlı değil. Tabiî devlete de. Çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hak ve özgürlükleri dışında, hiçbir "ideoloji"ye de bağlı değil. Dolayısıyla, bağımsız. Hatta, büyük para ve güç odaklarının sahipliği altında boğulan bir medya ortamında, Türkiye'nin -ve belki de dünyanın- ender bağımsız yayın organlarından biri olduğu da söylenebilir.” Böyle tanımlıyor kendini Açık Radyo.
30 yıldan beri, kendi yağıyla kavrulmaya çalışıyor. Bilindik ana akım medya kanalları gibi, reklam gelirleriyle değil, dinleyicilerinin katkıları ve gönüllülerin emeğiyle var oldu bugüne dek. Yıllardır, dünyanın dört bir yanından kıyıda köşede kalmış sesleri, tınıları, müziği ve sözleri duyduk, dinledik sayesinde. Sadece müzik de değil elbette, yıllardır her sabah ekolojiden siyasete, edebiyattan sanatın her dalına kadar ülkede ve dünyada öne çıkan gündemleri oradan dinledik. Sermaye desteğiyle beslenen ana akım medyada dillenemeyen, duyulmayan, ülkeye, doğaya ve dünyaya dair olup biten ne varsa Açık Radyo’dan duyduk.
Ne olmuştu?

BİANET’in 3 Temmuz 2024 tarihli yayınına göre: RTÜK 22 Mayıs’taki Üst Kurul toplantısında, Açık Radyo’da yayınlanan Açık Gazete’nin 24 Nisan tarihli programında yayına katılan konuğun “… Ermeni, yani Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcir ve katliamların, soykırım olarak adlandırılan katliamların 109. Yıldönümü, sene-i devriyesi. Bu yıl da yasaklandı biliyorsunuz Ermeni soykırım anması” ifadeleri nedeniyle, radyoya idari para cezası ve programa da beş gün yayın durdurma cezası vermişti. Gerekçe “toplumu kin ve düşmanlığa tahrik”ti.

Açık Radyo ceza haberinin ardından “İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun esaslı temellerinden biri olduğu gibi çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin de gereğidir. Karardaki değerlendirmelerin evrensel hukuk ve gazetecilik ilkeleri doğrultusunda kabulü mümkün bulunmamaktadır. Cezaya konu gündeki program içinde, ifade ve düşünce özgürlüğünün sınırlarını aşan bir ifade bulunmadığı gibi gerek karara konu ifadeler ve gerekse anılan programın bütünü değerlendirildiğinde, evrensel nitelikteki gazetecilik ilkelerine aykırı bir yön de bulunmamaktadır. Hele, anılan programın toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edici ve toplumda nefret duyguları oluşturabilecek nitelikte olabilmesi mümkün değildir” şeklinde açıklama yapmıştı.


Açık radyo, o tarihte RTÜK’çe verilen para cezasını ödedi. Aynı zamanda da yürütmeyi durdurma davası açtı. Ancak RTÜK Açık Radyo’nun bildirimlerine dönüş yapmadığı iddiasıyla dava sonucunu beklemeden lisansı iptal ettiğini bildirdi.
YEŞİL GAZETE’nin haberine göre, son gelişme üzerine, eski RTÜK üyesi Faruk Bildirici, ‘siyasi iktidarın sopası’ olarak nitelendirdiği üst kurulun fikir ve medya özgürlüğünün düşmanı olduğunu söyledi. “Kendileri gibi düşünmeyenlere karşı her geçen gün daha da pervasız ve gaddar davranır hale geldiler. Açık Radyo, bu ülkenin aydınlık insanlarının düşüncelerini ifade etme ve topluma ulaşma olanağı bulduğu ender radyolardan biri” diyen Bildirici, lisans iptaline gitmenin bir idam fermanı olduğunu ifade etti. Bildirici “Kaldı ki, Açık Radyo’ya verdikleri program durdurma cezası da haksız, dayanaksız ve farklı fikirlerin ifade edilmesini engellemeye yönelik bir ceza” dedi.
Açık Radyo’nun karasal yayın lisansı RTÜK tarafından resmi olarak iptal edildi.
Türkiye’de ve belki de dünyada en geniş çapta ses ve ifade biçimlerine muazzam bir alan açmış radyomuz tamamiyle bürokratik ve teknik bir gerekçeyle ifade özgürlüğünden mahrum bırakılıyor.
Oysa milyonlarca dinleyicisinin kolaylıkla şahitlik edebileceği gibi Açık Radyo bunca yıldır yaratmış olduğu toplumsal etki sayesinde susturulamaz.
*****
En son Kamuoyu’na yapmış olduğumuz 10 Temmuz 2024 tarihli açıklamada, Ankara 21.ci İdare Mahkemesi’nin vermiş olduğu “yürütmenin durdurulması” kararına karşı RTÜK tarafından yapılan itirazın reddolduğunu ve bu doğrultuda yayına devam edildiğini paylaşmıştık.
Ancak, Ankara 21’inci İdare Mahkemesi tarafından alınan 27.09.2024 tarihli yeni karar ile bu kez “yürütmenin durdurulması isteminin reddine” karar verildiği tarafımıza bildirilmiştir. Bu karara karşı yasal çerçevede itiraz edilmektedir.
Yürütmenin durdurulması isteminin reddine karşı yasal itiraz süreç devam ederken, maalesef, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun 03.07.2024 tarih ve 2024/25 nolu toplantısında 16 nolu karar ile alınan; fakat daha evvel verilmiş olan yürütmenin durdurulması kararı sebebiyle tarafımıza tebliğ edilmemiş bulunan “YAYIN LİSANSININ İPTALİ” kararı 11.10.2024 tarihinde yani bugün tebliğ edilmiştir
Dolayısıyla, 30 yıldır devam eden, 95.0 frekansından yaptığımız karasal yayınımız, tebliğ edilen karar doğrultusunda RTÜK tarafından kapatılacaktır.
Elbette, gerek yürütmenin durdurulması talebinin reddine dair karara ve gerekse yayın lisansının iptali kararına karşı yasal yollara müracaat edilecek ve hukuki mücadelemiz sürdürülcektir. Açık Radyo olarak, yukarıda belirttiğimiz yasal yollar çerçevesinde, karasal yayın hayatımıza ilişkin bu ayrılığın, geçici olacağını ve bir an önce sona ereceğini umuyoruz.
*****
Bundan tam bir ay sonra 30. yayın yılına girecek olan Açık Radyo, bugüne dek layık görüldüğü sayısız ödülün de gösterdiği gibi çevre ve iklim mücadelesinden halk sağlığına, toplumsal cinsiyet eşitliğinden çok-kültürlülüğe pek çok alanda sivil sesler için megafon işlevi görmüş; sadece radyo frekanslarıyla da sınırlı kalmayıp tasarımdan edebiyat ve sosyal bilimlere, sahne sanatlarından plastik sanatlara uzanmış bağımsız bir mecra olarak bundan sonra da görevini sürdürecektir.

Tüm dinleyicilerimizi, meslek örgütlerini ve uluslararası kamuoyunu, Türkiye'de basın ve yayın özgürlüğü adına telafisi mümkün olmayan bir kayba yol açan bu RTÜK kararına karşı, “kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo” adına bu sefer çok daha net ve gür bir biçimde ses çıkarmaya davet ediyoruz.

Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo!

#AçıkRadyoSusturulamaz

NOT: Bu yazı, 13 Ekim 2024 tarihinde, DAYANIŞMA-DATÇA web sitesinde yayınlandı.





10 Ekim 2024 Perşembe

Bir Katliamlar Tarihi

Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamı, 10 Ekim 2015’in 9. yıldönümünde, tarihin kronolojisindeki dizilime bakıldığında olup biten hiçbir şeyin bir rastlantı olmadığını, her sonucun bir nedeni olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Cumhuriyetin son 60 yıllık yakın tarihi, ne yazık ki bir “katliamlar tarihi”. Ne zaman, halkın içinden çıkan, emekten, demokrasiden, barıştan yana siyaset güçlenip, örgütlü biçimde başını gösterdiyse, devletin yüz yıllık egemenlerinin statükoyu korumak için başvurduğu yöntem her defasında bir seri katliamlar zinciriyle korkuyu egemen kılıp, sistemin vazgeçilmezliğini kitlelerin kafasına işlemek oldu.

Aslında biraz daha geriye doğru gidersek, statükoya karşı çıkan her muhalif sesin yine katliamlarla bastırıldığı bir geçmişin bakiyesi olsa gerek bu: 1920’de Mustafa Suphi ve on beş yoldaşının Karadeniz’de katli, 1938’de Dersim mağaralarını devletin kendi yurttaşlarına mezar ettiği bombalamalar, Ahmet Arif’in “33 kurşun” şiirine de konu olan, 1943’de Van’da hayvan kaçakçılığı yaptığı iddia edilen 33 çobanın bir orgeneralin emriyle kurşuna dizilmesi, 1955’de İstanbul’un yerlisi Rumlara yönelik 6-7 Eylül pogromu sonrasında işlemeyen adalet mekanizması sonraki katliamlar tarihinin de yolunu döşemişti bile.

İşte, cumhuriyetin son 60 yıllık, yakın tarihinin periyodik katliamlar kronolojisi:

1965: Seçimlerde Türkiye İşçi Partisi’nin 15 sosyalist milletvekiliyle meclise girmesi… İzleyen tarihlerde, 1960 anayasasının sağladığı kısmî de olsa demokratikleşmeyle birlikte sınıf sendikacılığının gelişmesi ve sosyalist siyasetin özellikle gençlik içinde yaygınlaşmasının ardından;

    • 1969, 16 Şubat; (Kanlı Pazar) İstanbul Taksim meydanında, ABD 6. Filosunu protesto eden gençlere saldırı: 2 ölü;
    • 1971, 31 Mayıs; Nurhak katliamı, THKO kurucuları Sinan Cemgil ve arkadaşlarının katli: 3 ölü;
    • 1972, 30 Mart; Kızıldere katliamı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karşı çıkan, Mahir Çayan öncülüğündeki THKP-C üyesi gençlerin katli: 13 ölü;
    • 1972, 6 Mayıs; Ankara Ulucanlar cezaevinde, TBMM onayıyla, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamı.
  •  

12 Mart 1971 darbesini izleyen infazlar sonrasında, 1977’ye kadar CHP+MSP ve AP hükümetleri döneminde kayda değer bir operasyon görünmüyor. Ta ki, 5 Haziran 1977 seçimlerinde Bülent Ecevit’in “Karaoğlan” efsanesiyle, tüm örgütlü sol güçlerin desteğini de alarak, mecliste çoğunluğu sağladığı ve kıl payı tek başına iktidarı kaçırdığı seçimlerin ardından:

    • 1977, 1 Mayıs; İstanbul, Taksim meydanında, DİSK’in ve tüm demokrasi güçlerinin yığınsal 1 Mayıs kutlaması sırasında kitlenin üzerine açılan çapraz ateş sonrası: 34 ölü;
    • 1978, 16 Mart; İstanbul, Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi kapısında ilerici-devrimci öğrencilerin üzerine atılan bomba: 7 ölü;
    • 1978, 16 Mayıs; Ankara, Keçiören’de Piyangotepe katliamı, devrimcilerin gittiği kahvenin taranması: 7 ölü;
    • 1978, 8 Ekim; Ankara, Bahçelievler’de TİP üyesi öğrenci gençlerin evlerinde katledilmesi: 7 ölü;
    • 1978, 19-26 Aralık; Kahramanmaraş katliamı, alevilere ait mahallelerde evlerin basılarak basılması, yakılması ve çocuk, kadın, genç yaşlı ayrımı yapılmadan insanların katledilmesi: 105 ölü;
    • 1980, Mayıs ve Temmuz; Çorum katliamı, alevi mahallelerine saldırılar: 57 ölü.

  •  

Ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesi: Darbenin meşrulaşması için yeterli gerekçeler oluşmuştu bile çoktan. Ta ki 1989 yerel seçimlerinde Erdal İnönü’lü SHP birinci parti olarak, 6 büyükşehir belediyesini kazanıyor ve SHP+DSP oylarının toplamı %40’a ulaşıyor, ardından yeniden;

  • 1990, 11 Haziran; Şırnak, Güçlükonak’ta Çevrimli katliamı; köy baskınında 27 ölü;
  • 1991, 25 Aralık; İstanbul, Bakırköy’de Çetinkaya mağazasına saldırı: 11 ölü
  • 1992, 26 Haziran; Diyarbakır, Silvan; Yolaç (Susa) köyünde camiye saldırı: 10 ölü;
  • 1993, 24 Mayıs; Bingöl’de ateşkes gündemdeyken, dağıtım iznine çıkan askerlerin yolda durdurularak katledilmesi: 33 ölü;
  • 1993, 2 Temmuz; Sivas’ta Madımak otelinde Aziz Nesin, aydın ve yazarlara saldırı ve otelin yakılması: 35 ölü;
  • 1993, 25 Ekim; Erzurum, Çat’ta Yavi beldesine gelen “jandarma kılığındaki” militanların köy kahvesine ateş açması: 38 ölü;
  • 1995, 12-16 Mart; İstanbul, Gazi mahallesi’nde Alevilerin yaşadığı mahallede, dört kahvehane ve bir pastaneye aynı anda ateş açılması sonrasında yürüyüşe geçen mahallelinin üzerine ateş açılması ve sonrasında çatışmaların Ümraniye ve Ankara’ya sıçraması: 40’a yakın ölü;
  • 1996, 15 Ocak; Şırnak, Güçlükonak; PKK’nın seçim nedeniyle ateşkes ilan etmesine rağmen, önce PKK tarafından yapıldığı iddia edilen, yıllar sonra JİTEM tarafından yapıldığı mahkemeye yansıyan, minibüs içindeki köylülerin yakılması: 11 ölü;
  • 1999, 13 Mart; İstanbul, Göztepe’de Mavi çarşı mağazasında Molotof kokteyli atılması; 13 ölü;
  • 2000, 19 Aralık; 20 ayrı cezaevinde açlık grevlerine devlet güçlerinin “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında müdahale etmesi: 32 ölü. 

2002’den, 2011’e kadar AKP iktidarının yükseliş döneminde halka dönük bir katliam görünmüyor. Ancak, Suriye’de başlayan iç savaşın hemen ardından;

  • 2011, 28 Aralık; Şırnak, Uludere/Roboski’de sınırda köylülerin bombalanması: 34 ölü;
  • 2012, 6 Eylül; Afyon’da Suriye’ye gönderildiği iddia edilen mühimmatın taşınması sırasında cephanelikte patlama: 25 ölü;
  • 2013, 31 Mayıs; Hatay, Reyhanlı’da Suriye sınırında patlama: 52 ölü.

1 Haziran 2013’te başlayan Gezi isyanının ardından hızla büyüyüp, birleşerek gelişen toplumsal muhalefetin 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın ve birleşik sol siyasetin yıldızının parlaması ve rejime alternatif bir siyaset yolunun açılmasının ardından;

  • 2014, 6-7 Ekim; Güneydoğu illerinde, Kuzey Suriye’de İŞİD’le savaşan Kobane halkına lojistik destek için koridor açılması talebiyle gelişen olaylar: 50 ölü;
  • 2015, 5 Haziran; seçime 2 gün kala, HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlama: 5 ölü, 400’den fazla yaralı.
7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin beklenmedik başarısı ve HDP+CHP oylarının %40’a yaklaşması sonrasında;
  • 2015, 20 Temmuz; Urfa, Suruç; Kobane’ye yardım götüren gençlerin ortasında patlayan bir bomba: 34 ölü;
  • 2015, 10 Ekim; Ankara, Ulus’ta Barış mitingi öncesinde Gar önünde patlayan iki canlı bomba: 102 ölü;
  • Sonrasında, yıl sonuna kadar özellikle Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde devam eden sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar sonrasında, çoğunluğu sivil halktan, 750’den fazla ölü.

O gün bugündür, rejimin “bekası” şiarı etrafına kenetlenen muktedir güruhu siyaseti kendi belirlediği sınırlar içine, muhalif siyasetin önderlerini de zindanlara hapsederken, ardındaki sermaye desteği de ekonomik olarak palazlanmakla değerlendiriyor bu fırsatı. Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamı, 10 Ekim 2015’in 9. yıldönümünde, tarihin kronolojisindeki dizilime bakıldığında olup biten hiçbir şeyin bir rastlantı olmadığını, her sonucun bir nedeni olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Not: Bu 60 yıl boyunca, yüzlerce (hatta binlerce) faili meçhul (aslında meşhur) cinayet ve kadınlara yönelik sayısı giderek artan ve katliam boyutuna ulaşan cinayetler bu listeye yansımamıştır... ama unutulmamıştır...

5 Ekim 2024 Cumartesi

Enerji: İhtiyaç mı? Meta mı?

Geçtiğimiz hafta sonu Datça’da bir söyleşi vardı. MUÇEP Datça Meclisi’nin düzenlediği etkinlik çok sayıda katılımcının da katkısıyla karşılıklı bir sohbet havasında gerçekleşti. Emet Değirmenci’nin sunuşuyla başlayan sohbetin konusu, Datça’nın da geleceğini yakından ilgilendiren ve dünyada da son yıllarda yoğunlukla tartışılan “Degrowth = büyümeme” kavramıydı. Gerçekte temel ihtiyacımız olan pek çok nesnenin alınıp satılan bir metaya dönüşmesiyle yabancılaştığımız bir zaman diliminde enerjiye ulaşmanın da ne kadar zor ve masraflı olduğunu hatırladık bu söyleşide.


80’lerden bu yana, devlet ve iktidar eliyle hep “önümüzdeki 25 yılda ne kadar çok enerjiye ihtiyacımız olduğu” söylenir. Nüfus arttıkça enerji ihtiyacının da hep arttığını düşünürüz. Üstelik bütün dünyada enerji tüketimi hep bir gelişmişlik göstergesidir. Dünyanın uzaydan çekilen fotoğraflarına bakıldığında, kuzey yarım küre hep ışıl ışıldır, özellikle de Avrupa ve Kuzey Amerika, en çok gelişmiş ülkeler ya… Hâliyle, “aman karanlıkta kalmayalım”, “aman yoksullaşmayalım”, “aman dünyanın gerisinde kalmayalım” diyerek kaygılandıkça, önümüzdeki şu kadar yılda, şu kadar megavat enerji ihtiyacımız için devasa bütçeli enerji santrallerine rıza gösteregeldik bugüne dek.

Ülkenin ilk büyük ölçekli hidroelektrik santrali, 1951-56 yılları arasında Eskişehir-Ankara il sınırında, Sakarya nehri üzerine kurulan, şimdiki adı “Hasan Polatkan Hidroelektrik Santrali” olan, Sarıyar Barajı. O yıllara kadar, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren, küçük ölçekli yerel santrallerle, kentlerin elektrik ihtiyacı sınırlı biçimde karşılanmaya çalışılmış.

50’li ve 60’lı yıllar boyunca, ülkemizin en değerli doğal kaynaklarından olan akarsularımızdan, hem tarımsal sulama için su biriktirme amaçlı kurulan barajlar, hem de elektrik üretimi için kurulan hidroelektrik santrallerin inşaatıyla karşılandı ihtiyaçlar. O yılların “barajlar kralı” Süleyman Demirel bu furyanın ülke siyasetine hediyesidir. 1980’e kadar yaygınlaşan barajlar, özellikle Keban ve Atatürk hidroelektrik santralleri sayesinde, tüm yurtta sadece kentlere değil, köylere kadar elektrik enerjisi ulaştı.

1980 sonrası, dünyada neo-liberal politikaların 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte Türkiye’ye de dayatılmasıyla birlikte, artık enerji üretimi, sadece nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması için bir gereklilik değil, aynı zamanda yeni palazlanmaya başlayan sermaye grupları için de eşsiz bir kâr merkezi hâline geldi. Cumhuriyet döneminden kalan ve mülkiyeti devlet aracılığı ile tüm yurttaşlara ait olan ne var ne yoksa üreten her tesisin “özelleştirme” adı altında güzellenerek pazara sunulduğu “yap-işlet-devret” modeli, 12 Eylül diktatörlüğünü de arkasına alan sermaye gruplarının ve aslında eski bir planlamacı olan, ABD’deki Dünya Bankası’ndan ithal Turgut Özal’ın bir hediyesidir ülkeye.

12 Eylül’ün asker postalı altında yürüyen siyasi iktidar, 1984 yılında 3096 sayılı yasayla, o güne dek devlet tekelinde olan ve Türkiye Elektrik Kurumu aracılığıyla yürütülen enerji üretim ve dağıtım işini ve dolayısıyla sorumluluğunu yerli ve yabancı sermaye şirketlerine devretme olanağı sağladı. O gün bugündür artık evdeki elektrikli cihazlarımızın, salondaki ışığımızın, sokaktaki lambamızın kaderi şirketlerin insafına kalmış durumda. Elbette bu bedeli ödemenin sorumluluğu da yurttaş olan bizlerin sırtında. Böylece, 80’lerden bu yana tüm iktidarların önüne ilk ve öncelikli görev(!) olarak koyduğu özelleştirme politikalarından en temel ve yaşamsal ihtiyacımız olan elektrik de payını aldı.

O gün bugündür, elektrik enerjisi, bir “ihtiyaç” olmaktan çıkıp, alınıp satılan ve üzerinden ciddi kârlar sağlanan, böylece sermaye birikimini katlayan bir tüketim malzemesi hâline geldi. 80’lere kadar, devlet koruması altında, ithal ikameci modelle sınırlı büyüyen sermaye grupları önlerine açılan bu yeni ve aşırı kârlı sektöre yatırım yapmakta tereddüt etmediler. Aynı yıllarda palazlanan inşaat devlerinin de sanayi sermayesinin de bir kolu mutlaka özelleştirilen enerji üretimi ve elektrik dağıtım işlerinde oldu. Şirketlerin sahibi olan sermaye, doğası gereği, kâr olmadan var büyüyemez, büyüyemeyen bir şirketse rekabetçiliğini kaybeder ve varlığını sürdüremez. O yüzden hep yeni yatırımlar yapmak zorundadır ve her yatırım kârın ençoklaştırılması için yapılır. Bir şirketin iyi ya da kötü huylu yöneticilerinin tercihinden bağımsız olarak, doğası gereği, daha fazla kâr için her yol ve araç mübahtır. Bu yolda, emek sömürüsü ve doğanın talanıysa kaçınılmazdır.

Nitekim, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, ihtiyaçlar gözetilerek oluşturulan barajlar ve hidroelektrik santraller bu kaynakları kullanmaktaydı; o zaman “gelecek 20 yılın artan enerji ihtiyacı” için yeni kaynaklara ihtiyaç vardı. Tabii ki, büyüyeceğiz, kalkınacağız, zenginleşeceğiz ya!.. O zaman, sular bittiyse, toprak ve yeraltı kaynaklarımız ne güne duruyordu ki?..

Bu koşullar altında, enerji üretiminde özel sektör eliyle yapılacak ve işletilecek termik santrallere devlet ve iktidar eliyle yol verilmiş oldu. Termik santral demek, güçlü bir ısı kaynağını kullanarak, yani kömürü yakarak elde edilecek ısı enerjisiyle, suları ısıtıp, buharıyla türbinleri döndüren ve böylece elektrik üreten devasa tesisler anlamına geliyor. Eskiden, barajlarda biriktirilen suların, sadece yüksekten, doğal yolla düşürülmesiyle, kendi potansiyel enerjisinden yararlanılarak döndürülen türbinler yerini artık çok daha karmaşık bir enerji üretim sürecine bırakmış oldu. Bu süreç aynı zamanda, daha farklı kâr merkezlerini de harekete geçirdiği için, sermaye yatırımları için de çok cazipti. Kömür madenciliği, hafriyatçılık, yük taşımacılığı, inşaat ve diğer yan faaliyet alanlarının çalışması aynı zamanda, hem tarım alanlarının, hem de doğal karasal kaynakların da talan edilmesi anlamına geliyordu. Üstüne, kömürün yanmasıyla açığa çıkan kükürt dioksit ve karbon monoksit gibi havayı kirleten ve havada biriken bu gazların asit yağmurları biçiminde yere düşmesiyle ortaya çıkan, doğal bitki örtüsünün, canlı yaşamın yok olması da kimsenin umuru değildi elbette… Sonuçta, ucunda büyük kâr vardı bu işlerin ve ülkenin kalkınması(!) gerekiyordu. Bunca dev boyutlu yatırımların gerçekleşmesi sırasında ortaya çıkan iş kazaları, ölümler, o çevrede yok edilen tarım alanlarından geçimini sağlayan ailelerin giderek tarımdan çekilmeleri ve yarattığı işsizlik ise cabası.


80’lerin sonu, 90’ların başı Türkiye sermayesine yani olanaklar yarattı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, serbestleşen Orta Asya Türkî Cumhuriyetleri ile başlayan “kardeşlik” ilişkileri, termik santrallere karşı başlayan çevre odaklı muhalefete ve giderek de bu enerji üretme tekniğinin verimsizliği ortaya çıktıkça, gözleri kömürden daha temiz bir kaynak olan doğal gaza çevirdi. Zira, Orta Asya coğrafyası zengin doğal gaz kaynaklarına sahipti, üstelik “kardeş” cumhuriyetlerde, sosyalizm döneminden miras ciddi bir doğalgaz teknolojisi deneyimi vardı. Dolayısıyla, bir yandan termik santrallerin, görece kömürden daha temiz bir yakıt olan doğal gazla çalışan modelleri yeni yatırımların konusu olurken, bir yandan da doğal gazın Orta Asya’dan taşınması için gerekli boru hatları da yepyeni ve karlı bir inşaat, dolayısıyla da sermaye için yeni bir kâr merkezi ve devlet eliyle yeni bir sermaye transferi olanağı sağlıyordu. Bu da özellikle, Özal sonrası ANAP yönetimi ve dönemin iktidar ortağı Mesut Yılmaz ve yakın çevresi için yeni ihale olanakları anlamına geliyordu. Aynı yıllarda, Türkî Cumhuriyetlerdeki iktidar kavgalarının ve yöneticilerin de hızlı zenginleşmelerinin bu sürece tesadüf etmesi de şaşırtıcı değildi elbette.
Yeni yüzyıla girerken, Türkiye’de iktidar değişse de paradigma değişmedi: bu sefer “2025 yılına geldiğimizde artacak olan enerji ihtiyacını karşılamak” için devreye, o zamanlar “Anadolu kaplanı” denilen, kadim coğrafyamızın cumhuriyet dönemi boyunca kenara itilmiş(!) esnaf sermayesine gelmişti palazlanma sırası. Asli görevi, ülkenin sularını yönetmek, dolayısıyla toprağın bereketini arttırmak olan Devlet Su İşleri, yeni yönetimiyle iktidarın etrafına toplanan mütedeyyin cemaat sermayesine yepyeni bir zenginleşme yolu açtı. Bu sefer “Türkiye’nin suları boşa akıyor” balonunu gerekçe yaratarak, Anadolu’nun dört bir yanında, dağlardan, tepelerden çıkarak, ovaları geçerek akan ve denizlere ulaşana kadar geçtiği her bölgede doğaya can katan, doğal canlı yaşama, tarlalara, toprağa, ormanlara, meralara, dolayısıyla buralardaki tüm canlılara ve elbette doğa ile içiçe yaşayan köylere, mezralara hayat veren derelerin önüne K-HES denen küçük ölçekli enerji santralleri için 49-99 yıllık işletme ruhsatları üreterek devlet eliyle zenginleşme kervanına katılmaya çalışan yandaş sermaye gruplarına peşkeş çekmeye başladı. Oysa, dünyanın hiçbir yerinde sular boşa akmaz, dereler geçtikleri her yere bereket taşır, canlı yaşamı var eder. Akan suyu yatağından ayırıp, borulara hapsederseniz önce toprağı kurutursunuz, sonra doğal yaşamı yok edersiniz. Nitekim, Anadolu’nun gerçek sakinleri, bunu erken fark ettiler ve yatırımcı sermaye grupları gittikleri her köyde, mezrada çok ciddi direnişlerle karşılaştılar. O yıllarda, Devlet Su İşleri tarafından 5000’e yakın küçük HES işletme ruhsatı dağıtılmış olsa da 20 yılın sonunda bugün inşaatı tamamlanan ve çalışır durumda olan santral sayısı öngörülenin yaklaşık %10’u. Bu santrallerin verimliliği ciddi soru işareti olmasına karşın bulundukları bölgelerde yarattıkları kuraklık ve doğa tahribatı gözle görülür boyutlarda artık, üstelik sadece bir bekçiyle çalışan bu santrallerin, bölgede yaratacağı vaat edilen istihdam balonuysa çoktan patladı bile. Tarım alanları elinden alınan, toprağının can suyunu kaybeden köylüler çoktan terk ettiler köylerini. Son yıllarda, özellikle Karadeniz bölgesinde sıklıkla karşılaşılan ve ciddi can kayıplarına neden olan sel ve heyelan gibi afetlerin de sebebi küresel olarak yaşanan iklim değişiklikleri olduğu kadar, küçük HES’ler nedeniyle doğal yatakları yok edilen derelerin de, yüksek miktarda yağışlarda taşıdıkları suyla kendi yataklarını yeniden oluşturma çabası aynı zamanda. Yüzyıllardır biliriz, “su akar yolunu bulur”, su engel tanımaz.
Türkiye’de elektrik enerjisi üretiminin kaynaklara göre dağılımı.
(Kaynak: https://www.enerjiatlasi.com/elektrik-uretimi/ )
Yarım asırdan fazladır hiç durmadan devam eden bunca yatırım(!) ve kalkınma adı altında bunca sermaye transferine rağmen, ülkenin gelecek onyıllarda daha fazla enerji ihtiyacı bir türlü bitmedi. Yine aynı gerekçeyle, geleceğin çözümü nükleer santral(ler)de arandı. Mersin Akkuyu’da Rusya ortaklığı ile çoktan başladı bile inşaatı, yerli ve yandaş ortak ise kısa zamanda, işin ortasında çekildi (ya da çektirildi, bilemiyoruz). Bilinen o ki, Akkuyu nükleer santralindeki enerji üretiminin gelecek yıllarda, ülkenin enerji ihtiyacına öngörülen katkısı %10’u bile bulmuyor. Öte yandan, Sinop’ta da benzer bir nükleer santralin kuruluşu için ihale süreci bir türlü sonlanamadı.

Görünen o ki, yüzyıllık cumhuriyetin en az 75 yılı, ülkenin dört bir yanında enerji santralleri kurmakla geçmiş ve geçiyor. En başından beri, iki temel gerekçeye dayanıyor bu yatırım merakı(!). İlk olarak, Türkiye’nin nüfusu artıyor ve gelecek 20 yılda şu kadar enerjiye ihtiyacımız var; ikinci olarak da enerji tüketimi daha fazla uygarlık göstergesidir. Acaba?.. İşte bu iki temel paradigmaya rıza gösterildiği anda, kalkınma adı altında dehşet bir doğa katliamına, doğal kaynakların sömürülmesine, soluduğumuz havanın zehirlenmesine, içme ve kullanma sularının kurumasına, kısaca doğal ve canlı yaşamın sürmesi için en temel gereksinimlerin yok olmasına da razı oluyoruz.

Enerji” dediğimiz fiziksel kavram, elbette zorunlu ve yaşamsal bir gereklilik. Bilinen en mükemmel enerji üreteci (santrali de diyebiliriz) insan vücudu. Vücudumuz yaşam için gerekli olan enerjiyi doğadan çeşitli biçimlerde sağladığımız yiyecek ve içeceklerden dönüştürerek bizi hayatta tutuyor. Kimyasal enerjiyi, kinetik enerjiye dönüştürüyor ve böylece “” yapmamızı, doğayı kendimize göre yeniden dönüştürmemizi sağlayan yaşam enerjisini bize sağlıyor vücudumuz, bilinen en verimli enerji üretme mekanizması. Bir diğer önemli özelliği de sadece kendi ihtiyacımız kadar enerjiyi üretiyor, fazlasını değil. O yüzden de alınır satılır bir meta olmadığı için, genellikle daha fazlasına ihtiyaç duymuyoruz. (Aslında, pazara sunulan insan emeği için gerekli enerjiyi düşünürsek, emek adı altında alınıp satılan bir metaya dönüştüğünü söylemek mümkün ama, üretim ilişkilerinin biçimi gereği yaşamsal ihtiyaçların karşılanması için bir gereklilik olarak değerlendirebiliriz bunu da.)

Peki gerçekten daha fazla enerjiye ihtiyacımız var mı?.. Mekanik biliminin bize söylediği bir gerçeklik var. Öncelikle, “yüzde yüz verim” diye bir nicelik mümkün değil, yani enerjiyi dönüştüren herhangi bir mekanizma, ister insan vücudu, ister otomobil motoru, ister bir nükleer santral bir birim enerji üretebilmek için, bir birimden daha fazla (farklı biçimdeki) enerjiyi kullanmak zorunda. Yani her enerji dönüşümü, başta sürtünmeler nedeniyle, her zaman bir kayba neden oluyor. “Triboloji” adı verilen bir bilim dalı var: hareket eden mekanizmalarda “sürtünme, aşınma ve yağlama” adlı üç faktörü konu alır ve verimliliği arttırmanın yollarını arar. En genel hatlarıyla, triboloji bilimi, dünyada üretilen enerjinin üçte birinin sadece sürtünmeler nedeniyle yok olduğunu söylüyor. O yüzden hareket eden her yerde zor aşınan malzemelerle ve yağlama yöntemiyle sürtünmeleri azaltarak harekette, dolayısıyla enerjide verim kaybını en aza indirmek için uğraşıyor.

Biliyoruz ki, bir enerji santralinde herhangi bir kaynak kullanılarak üretilen elektrik enerjisinin bir başka yerde kullanılabilir olması için yüksek gerilim hatları kullanılarak taşınması gerekiyor. İşte bu taşıma sırasında, hatırı sayılır miktarda enerji, yol boyunca tellerin direnci nedeniyle kayboluyor. Örneğin, Keban barajından ya da Akkuyu nükleer santralinden İstanbul metropolüne kadar taşınan enerjinin ne kadarını kaybettiğimizi hesaplayabiliyor muyuz? Hesaplayabilirsek eğer bu hesabın sonucunun pek çok ezberi bozabileceğini öngörebilir miyiz? Örneğin tüm Türkiye’de var olan ve on yıllardır kullanılan enerji nakil hatlarının, yeni malzeme teknolojisi ürünlerle (fiber optik veya yüksek iletken malzemeler vb) değiştirilmesinin, havai hatlar yerine yeraltı kablolamaları kullanılmasının yaratabileceği enerji tasarrufu kaç nükleer santrale eşdeğer acaba? Sadece mevcut hatların yenilenmesinin maliyetinin, bir nükleer santralin yatırım maliyetinin kaçta kaçı olabileceğini hesaplayabiliyor muyuz?

Enerjiyi bir yerden bir yere taşımanın maliyeti ve yarattığı kayıplar sadece ekonomik değil. Geçtiğimiz yıllarda, Datça ilçesi 3 gün boyunca elektriksiz kaldı. Datça, bulunduğu coğrafya nedeniyle bir ada özelliğinde. Karayoluyla tek bir yönden ulaşımı var, sonrası deniz. O yolda herhangi bir engel olduğunda karayoluyla bağlantı tamamen kopuyor. Aynı biçimde, Türkiye’nin enterkonnekte şebekesine de Marmaris üzerinden bağlı Datça’nın enerji altyapısı. 2 yıl önce, yaz ortasında, artan nüfus nedeniyle enerji hatlarına aşırı yüklenme sonucu Marmaris’ten Datça’ya enerji taşıyan ana hat yandı ve koptu. Yenilenmesi ise 3 günü buldu. Üç gün boyunca, Ağustos sıcağında şehir enerjisiz kaldı, buzdolapları, soğutucular, en önemlisi turistik işlemelerin önceden yaz için doldurdukları derin dondurucular çalışmadı ve evlerde, otellerde, restoranlarda, marketlerde tonlarca yiyecek içecek çürüdü. Zararın ekonomik büyüklüğü evlere şenlik miktarlarda. Üstelik kayıp sadece bundan ibaret de değil. Datça rüzgâr enerjisiyle elektrik üretimi açısından verimli bir coğrafya aynı zamanda. Yarımadanın kuzeyine bakan tepelerde sayısı giderek artan miktarlarda rüzgâr jeneratörleri var. Aynı kesinti ve arıza sırasında, nakil hattının kopması nedeniyle, aynı santral üretilen enerjiyi şebekeye aktaramadığı için, üretilen enerji sayaçtan geçemediği için, firma satacağı enerji için fatura kesemediği için boşa döndü pervaneler. Yani, Datça yarımadası kendi ürettiği enerjiyi kendi yerelinde kullanmayı beceremediği için şehir üç gün boyunca enerjisiz kaldı, rüzgâr santralleri üç gün boyunca boşa çalıştı. Oysa, teknik olarak gerekli alt yapı önceden hazırlanabilmiş olsaydı, Datça kendi yereline, enerjisini kendi kendine üreten ve ihtiyacı kadarını kullanan, fazlasını da aktaran, ileten örnek bir bölge olabilirdi. Görünürde ne kadar akıl ve mantık dışı olsa da, enerjinin “yaşamsal bir ihtiyaç” değil, alınıp satılabilir bir tüketim maddesi olarak kabul edilmesi, hem merkezi, hem de yerel yönetimlerin risk değerlendirmelerinde alternatif çözümler üretmesinin ve önlem geliştirmelerinin önündeki en büyük engel.

Enerji verimliliği, enerji üretimi sırasındaki karbon salınımı, yarattığı çevre tahribatı nedeniyle bütün gelişmiş ülkelerde artık çok önemsenen bir kavram. O nedenle, beyaz eşya üreticileri, her yeni modelde daha çok “+++” enerji tasarruflu ürünler geliştirmeye çalışıyor. Otomobil üreticileri, fosil yakıtlı motorlardan elektrikli motorlara (ki bu teknolojinin de çevreye verdiği zararlar ciddi olarak tartışılıyor), hatta hidrojen yakıtlı motorlara dönmeye çalışıyor. Enerji verimliliğini yönetmek büyük sanayi kuruluşlarının en önemli meselesi hâline gelmeye başladı. Tüm bunların nedeni dünyada çevre duyarlılığının artmasının etkisinden fazla, esas olarak enerji maliyetlerinin, dolayısıyla satın alınan enerjinin fiyatının giderek daha fazla yükselmesi. Bu nedenle, yüksek miktarda enerji kullanmak zorunda kalan sanayi kuruluşları kendi enerjilerini, kendi tesislerini kurarak, kendileri elde etmek yoluna gidiyorlar, bunu yaparken de olabildiğince fosil yakıtlar yerine yenilenebilir kaynakları kullanmayı tercih ediyorlar. Böylece hem enerji tasarrufu yapıyorlar, hem de kamuoyu nezdinde, ‘karbon emisyonun azalttık’ diyerek, olumlu bir marka imajı oluşturmaya çalışıyorlar.

Eskilerin “filament” ampulü, fazla enerji kullanarak az ışık ürettiği için, üretimi de kullanımı da artık Avrupa’da yasaklandı. Yerine bizim de “tasarruflu ampul” dediğimiz, yeni teknoloji ekonomik aydınlatma ürünleri geçiyor giderek. Artık evlerde, sokak aydınlatmalarında ve hatta reklam panolarında (sanki çok gerekliymiş gibi…) daha pahalı olsa da tasarruflu ampulleri kullanmayı tercih eder olduk, çoğunlukla. Eskiden Türkiye’de birkaç tane filament ampul fabrikası vardı ama artık onlar da üretimlerini durdurdular. Şu anda ne yazık ki ampul, dolayısıyla aydınlatma konusunda tamamen dışa bağımlı, ithal ürünlere mecburuz. Peki, bir nükleer santral maliyetiyle kaç tane tasarruflu ampul fabrikası kurulabilir Türkiye’de? Bilbordlar, vitrinler, tabelalar gibi sadece tüketime dönük, reklam amaçlı aydınlatma noktalarındaki enerji harcamasını regülasyonlar yoluyla sınırlandıran bir düzenlemeyle azaltılabilecek enerji miktarı kaç nükleer santralin üretim kapasitesine denk gelir acaba? Bu yolla, evlerde ve sokak aydınlatmalarında kullanılacak tasarruflu ithal ampuller için sağlanabilecek maliyet ve fiyat avantajlarını hiç saymıyorum bile…

Şimdi mevcut paradigmayı belirleyen aynı soruları yeniden soralım: Türkiye’nin gelecek on yıllarda daha fazla enerjiye ihtiyacı var mı? Bu sorunun akılcı cevabı, HAYIR olmalı. Ülkenin ihtiyacı olan şey, daha fazla enerji değil, daha fazla enerji tasarrufu, ama daha fazla sermaye transferi, daha fazla doğa talanı, daha fazla emek sömürüsü ve daha fazla kâr ise öncelik, var olanın birkaç katı daha enerji üretecek santral (ister temiz, ister kirli) yatırımına ihtiyaç var. HAYIR, Türkiye’nin daha fazla enerjiye ihtiyacı yok, daha fazla enerji tasarrufuna ve bu yolda planlı, hesaplı, enerji maliyetlerini azaltan, akılcı ve teknolojik yatırımlara ve daha önemlisi merkezi ve büyük ölçekli değil, yerel ihtiyaçlara cevap verebilecek ölçekte, merkezi devlet otoritesiyle değil, yerelde katılımcılık ilkesiyle yönetilen ve denetlenen, yenilenebilir ve temiz enerji politikalarını öncelemeye ihtiyacı var.

İkinci soru da şu: Enerji tüketimi bir uygarlık göstergesi midir? HAYIR!.. Küresel eşitsizliğin bunca sıradanlaştığı ve normalleştiği bir düzende, giderek artan doğal(!) felaketlerin, aslında sınırsız büyüme ve hep daha fazla tüketim, daha fazla kâr hırsının sebep olduğu, ihtiyaçlardan fazlasının kitlesel üretimin yarattığı bir dengesizlikle toptan yok oluşa doğru gittiğimiz bir sürecin adı “uygarlık” olamaz. Enerji üretim amacımız ve biçimlerimiz, müşterek ihtiyaçlarımız değil de, itibar ve kârın ençoklaştırılması olduğu sürece kuzey yarımkürenin daha fazla ışıl ışıl, allı pullu görünmesi, güney yarımküredeki açlık, kuraklık, yoksulluk ve yoksunluğun kaynağını da bize gösteriyor.

Sonuç olarak, düzenin paradigması değişmedikçe, daha fazla kâr için daha hızlı yok oluşun önü alınamaz oluyor giderek. Enerji ihtiyacımızı azaltmak, uygarlık kavramını da küresel eşitlik olarak yeniden tanımlamadıkça, toplumsal refah için ayrılması ve planlanması gereken merkezi kaynaklar önümüzdeki yıllarda daha onlarca termik ve nükleer santral ihalesi yoluyla sermaye gruplarına transfer edilmeye devam edecek… ve bu yolun sonu çok karanlık, zira ucu toptan bir küresel yok oluş.

(*) Bu yazı, 5 Ekim 2024 tarihinde, https://dayanisma-datca.org/ sitesinde yayınlandı.