Türkiye işçi sınıfı 1961 Anayasa’sıyla sendika kurma
özgürlüğüne ve kısıtlı da olsa grev hakkına kavuşmuştu. Sendikaların üst örgütü
Türk-İş’in uzlaşmacı tavrı ve pek çok işyerinde grev kırıcı tutumuna karşı beş
sendika devrimci bir konfederasyon kurmaya karar verdi ve 13 Şubat 1967’de DİSK
kuruldu. Türkiye İşçi Partisi’nin de 15 milletvekili ile mecliste olduğu bir
dönemde, DİSK’in kuruluşu bilim adamları ve yazarlar tarafından da alkışlandı. Ancak
Adalet Partisi iktidarı ve sermaye çevreleri, DİSK’e bağlı sendikaların art
arda başlattığı grevlerden fazlasıyla rahatsızdı. Bir yandan gerçek ücretler azalırken,
DİSK’in etkisiyle grev ve direnişler artıyor ve Türk-İş’e bağlı sendikaların
tabanı da bu hak mücadelesinde DİSK’ten yana tavır almaya başlıyordu. İktidar
ve sermaye temsilcilerinin yeni hedefi DİSK’i kapatmak oldu. 1970 yılının Mayıs
ayında, Türk-İş tarafından hazırlanan yeni “Sendikalar Yasası” ve “Toplu Sözleşme,
Grev ve Lokavt Yasalarını” değiştirmeyi amaçlayan teklifler TBMM’ye ulaşınca DİSK’e
bağlı devrimci sendikalar ve Türkiye işçi sınıfı kenetlendi ve 15-16 Haziran
1970 tarihinde Türkiye tarihinin en güçlü işçi direnişi İstanbul’da gerçekleşti.
Aynı tarihlerde DİSK’in Genel Sekreteri olarak görev yapan gazeteci ve yazar,
sendikacı Kemal Sülker, o direnişi, öncesi ve sonrasını, belgesel bir sinema havasında
“Türkiye’yi Sarsan 2 Gün” kitabında canlı canlı anlatıyor.

İSTANBULU
SARSAN İLK GÜN
(15 Haziran 1970)
Telefonlar,
telsizler çalışıyor, gözlemci olarak yollara çıkarılan görevliler, amirlerinin
odasına ceketlerini düğmeleyerek, kravatlarını düzelterek giriyor ve değişik
haberleri, soluk soluğa, heyecan duyarak bildiriyorlardı:
· “Fabrika
avlusunda beşi bir araya geldi, fısıldaştılar, ayrıldılar, az sonra bütün
dairelerde isler durdu. ‘Oturma Grevi’ başladı. Ama bununla da yetinmediler, ‘Kanun
değişinceye kadar direneceğiz’ diye bağırarak cümle kapısını açtırdılar,
sokağa çıktılar.”
· “Maden-İş,
Lastik-İş, Kimya-İş, Gıda-İş sendikalarının temsilcileri hareketi başlatmış
efendim... Fabrika Müdürlerinin beyanı bu efendim. Basın-İş ile Hür Cam-İş
sendikaları da üyelerini sokağa çıkarmış efendim... Hayır efendim, henüz hiçbir
vukuat yok efendim. Yalnız postanelere yüzlerce telgraf verilmiş efendim. Sayın
Cumhurbaşkanı’na, Başbakan Beyefendi’ye efendim, bir de Milli Güvenlik
Kurulu’na efendim, protesto telgrafları vermişler efendim. Memurlar telgrafları
çekmeden müdürlerine göstermişler efendim. Hayır efendim hiçbir hakaret, hiçbir
suç unsuru yokmuş telgraflarda efendim... Peki efendim, bendeniz Kartal-Gebze
bölgesine hareket edeceğim efendim...
· “Dev-Genç’in
tahriki var, diyorlar beyefendi, ama Dev-Genç’ten hiç kimseyi göremedik. Sıradan
işçiler, hiçbir öncüleri, komut verenleri yok, yürüyorlar sadece. Çelik iş
sendikasında arkadaşımız var beyefendi, ondan da bilgi alacağım beyefendi.
Saygılar sunarım beyefendi emre aliminiz efendim. Peki efendim…”
· “Kartal’da
Başbakanımızın biraderine ait olduğu söylenen Haymak fabrikasında çatışma oldu
efendim. Evet efendim çatışma; ölen yok şimdilik efendim. Direnişçi işçilerin
çalıştıkları fabrikaları bir bir tespit ediyoruz efendim… Şimdiye kadar şu
fabrikaları… Evet bir bir söyleyeyim efendim. Başlayayım mı efendim? Peki… Türk
Demir Döküm, Sungurlar, Otosan, Singer, Arçelik, Hoover, Rabak, Profilo,
Philips, Elektro-Metal, Uzel Traktör, Magirus, AEG-ETİ, Türk Kablo, Aygaz, Grundig,
Simko, evet Simko... Sonunda ‘n’ yok
efendim Simko… Şakir Zümre, Auer, Çelik Endüstri… Bu kadar efendim… İşçi sayısı
mı? 70-80 bini bulur efendim… Bana bildirilenler bu kadar efendim…”
· “Direniş
başlar başlamaz haberimiz olmazdı. Hayır efendim olamazdı… Müsaade buyurun,
arzı malumat edeceğim… Müsaade buyurun. Şöyle olmuş efendim… Evet, Fabrika
Müdürlerinden bilgi aldım, onların anlattıklarını arza çalışıyorum… Sabahleyin normal
saatte bütün işçiler fabrikalara girmiş, kartlarını basmışlar. İş elbiselerini
giymişler, saat 10'a kadar hiçbir fevkalade hal görülmemiş, evet, hiçbir
ustabaşı ve emniyet görevlileri şüphelenmiş. Koruma amirlerinin de ihbarı vaki
olmamış. 2 saat kadar sonra makineler durunca, önce arıza var, elektrikler
kesilmiş hissi verilmiş. Sonra da işçiler topluca kendi dairelerinden, evet
kendi kısımlarından çıkmaya başlayınca iş yeri güvenlik görevlisi fabrika
müdürüne çıkmış. ‘Beyefendi, işçiler işi bıraktı, hiçbir istekte bulunmadan
işi bıraktılar, şimdi dışarı çıkıyorlar’ demiş. Hayır fabrikalarda hiçbir
hasara sebebiyet vermemiş, hiçbir şey söylemeden evet hiçbir metalibatta
bulunmamışlar, yürüyüşe geçmişler. Hayır marş söylemiyorlar. Unuttum efendim,
bazı fabrikaların ana giriş kapılarına kağıtlara kartonlara yazılı afiş
asmışlar… Afişlere ne yazdıklarının tamamını öğrenemedik efendim. Birkaçını not
ettim. Bir dakika kâğıda bakayım da arz edeyim. Birisi şöyle efendim: ‘Anayasaya
Aykırı Yasa Çıkaranlar İşçi Düşmanıdır’. Evet işçi düşmanıdır yazılı.
Yani milletvekilleri kastediliyor… Orasını şu anda bilemem efendim. Bir
başkasını okuyayım: ‘Sendika Özgürlüğünü Alanlara Derslerini Vereceğiz!’.
Evet işçiler yani kendileri ders verecekmiş efendim… Kimlere olduğu açıkça
yazılı değil efendim. Daha önemlisi var efendim. Bir beze yazılı olan afişte
şunlar yazılı efendim: ‘Kanunlar Meclisten Geri Alınıncaya Kadar
Direneceğiz’ diyorlar öyle yazılı efendim… Otosan işçileri, en gözü
kara olanlarmış. Yürüyüşe geçtikten sonra sırasıyla Singer’i, Devlet Malzeme
Ofisi işçilerini, Aksan’ı, EAS ve Türkeli’nin işçilerini de yanlarına
katmışlar… İşte bunlar, Ankara asfaltında trafiği aksatanlar… Öyle efendim,
henüz bir müdahalede bulunulmadı, askeriyeden de bir emir gelmedi bu hususta… Başıboş
bir sürü gibi efendim, boyuna yürüyorlar. Caddeleri boydan boya doldurmuşlar
efendim…”
· “Maltepe
fabrikası, evet Tekel’in sigara fabrikası tecavüze uğradı efendim. Zorla kapıyı
açtırdılar, içeri giremediler. Hayır, hiçbir ateşli silah kullanılmadı.
Fabrikanın üç beş camı, atılan taşlarla kırıldı. Hayır, kurşun deliği yok
efendim… İşçiler, ‘biz Türk-İş’e bağlıyız, çıkamayız’ diyorlar. Ben
şimdi fabrikanın itfaiye kısmından telefon ediyorum. Hayır, içeri giren olmadı.
Ama dışarıdan uğultu geliyor efendim…”
· “Beyefendi,
Eyüp karakolumuz tecavüze uğradı az önce Başkomiserim. Bizim gözaltına
aldığımız birkaç anarşisti bırakmamızı istiyordu yürüyüşçüler. Gözaltına
aldığımız iki işçi bir şey yapmıyordu, ‘sendikamızı kapattırmaya olacağız’
diye bağırıyordu. Onlardı nezarete attığımız… Başkomiserim bildiğiniz gibi
değil… Sekiz-on bin kişi yürüyor… Bir anda karakolun içine 50-60 kişi girdi, ‘arkadaşlarımızı
verin yoksa fena olur’ dediler. Canımıza kıyan bilirlerdi, gözleri
dönmüştü. Arkadaşlarını çıkardık nezarethaneden, alıp gittiler baş komiserim.
Az önce buradan uzaklaştılar da telefon edebiliyorum… İlk tartışma, işçiler
Topkapı ya doğru yürüyüşe geçerlerken oldu Başkomiserim… Polis arkadaşlar
onları durdurmak istemiş. ‘Sendikamızı kapattırmayız’ diye bağıran iki
kişiyi yakalayıp karakola getirdikten sonra benimle tartıştılar Başkomiserim.
Ne yapabilirdin efendim, biz dört kişiydik karakolda… Arkadaşlar tanıyor bir
kısmını, Sungurlar’dan var, Elektro-Metal’den var, çoğunluk Demir Döküm’den Başkomiserim.
Nezareti aldıklarımızı nasıl mı bırakırım Başkomiserim? Bir inzibat yarbayı
geldi Başkomiserim, ‘Bırak!’ diye bağırdı Başkomiserim, hakiki yarbay Başkomiserim,
tanıyorum Başkomiserim … Peki Başkomiserim, kapatıyorum efendim. Ha bir dakika Başkomiserim
şimdi haber aldım, Gıslavet işçileri de yürüyüşe geçmiş, Eyüp yolunu kesmişler.
Bütün araçlar seyrüseferi… Evet trafiği kapamışlar. Gıslavet lastik işleri Başkomiserim.
Peki sağ olun Başkomiserim…”
· “Komutanım,
durumu arzediyorum: Derby lastik işçileri Bakırköy'e doğru yürüyor. Hayır
hiçbir silahları yok… Profilo ve Grundig işçileri de Gümüşsuyu’na doğru
ilerliyor… ‘Sendika Anamız Anayasa Babamız’ diye bağıranlar
oluyor komutanım. Az önce haber aldım komutanım, Rabak işçileri de Şişli'ye
doğru yürüyorlarmış… Hepsi DİSK’e bağlı sendikaların işçileri komutanım. Tamam
komutanım.”
Değişik
yerlerden telefonlar, telsizler üstlerine, yetkililere bilgi verenlerin
seslerini aktarırken, değişik fabrikalarda kendine güvenen, davasına inanan
işçiler görüşmeler yapıyor ve eylem öncesi konuşmalarını noktalıyorlardı.
İstanbul
valiliğine bildirilenler, güvenliğin polislerle sağlanamayacağı şeklindeydi.
Hemen bütün fabrikalarda, işçiler sessizce işi bırakıyor; fabrika müdürü “Ne
yapıyorsunuz?” diye sorunca sendika temsilcileri “İşçilerin işi
bırakmaları size karşı bir hareket değil. 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılacak
değişikliği protesto amacını taşıyor” yanıtını veriyordu. “Fabrikaya bir
zarar olacak mı?” sorusuna sendika temsilcisinin yanıtı kesindi: “Hayır
makinelere gözümüz gibi bakıyoruz. Hiçbir zarar gelmeyecek işyerimize…”
diyorlardı. Ama sonradan caddeye çıkıyor yolu kapıyor önlerine çıkan
fabrikaların işçilerine durumu anlatıyor onları da işi bırakmaya davet
ediyorlardı. Hiçbir fabrika işçisi: “Biz bu işte yokuz” demiyor onlar da
makinelerini durduruyor ve yürüyen işçilere katılıyorlardı. Vilayete verilen
haber heyecan vericiydi: “İşi bırakan işçiler yürüyüşe katılmayan işçileri
tartaklıyor, fabrikayı taşa tutuyorlar… Olaylar birbirini izliyor. Kartal,
Bakırköy, Levent, Sağmalcılar semtlerinde bütün işçiler işi bırakıp sokaklara
döküldüler. Hareketler yaygın bir şekilde tahripkâr bir durumda devam ediyor.
Bunların önlenmesi sağlanamazsa çok feci neticeler ile karşılaşılabilir.”
Vali, telaş
içinde Hukuk İşleri Müdürü’nü yanına çağırttı durumu özetledi: “Ne
yapabiliriz?”
“Malumuâliniz
İller İdaresi Kanunu, bize çok vâsi felaketler bahşetmiştir. 11’inci maddenin D
fıkrasına göre, askeri kuvvetlerle işbirliği mümkün. Ordu komutanına telefon
edelim efendim, emredersiniz?..”, “Hemen…”
Haberler
geliyordu:
· Kartal
bölgesindeki işyerleri işçileri, caddeleri doldurmuştu. Ellerinde bayrak ve
firmalarla Ankara-Kartal yolunu kapatacak kadar ana caddeyi kaplamıştı. Bir
yarbayın uyarısı duyuldu: “Arkadaşlar, işçiler! Trafiği aksatmayınız, yürüyüşünüzü
caddenin bir yanını takip ederek yapınız!” İşçiler bu uyarıya göre
yürüyüşlerini düzenliyor ve caddenin sağını izliyorlardı.
· Saat
14:30 sıralarında Bakırköy'deki Emayetaş Fabrikası’nın 500 işçisi yola çıktı.
Bakırköy Adliyesinin bulunduğu caddeyi izleyerek Topkapı'da ineceklerdi. Zabıta
kuvvetleri işçilerin önüne çıkarak dağılmalarını istedi. Direnenlerden iki
işçiyi alıp karakola götürdüler. Ancak kalabalık bir işçi grubu gözaltına
alınacak işçileri polislerden istedi, direnişin kanlı olacağını düşünen
polisler iki işçiyi bıraktı.
· Anadolu
yönünde Singer Fabrikası dolaylarında toplanan 3000 kadar işçi ellerinde
pankartlar ve dövizlerle Yakacık’a doğru yürüyüşe geçtiler. Asker ve polis
kuvvetleri yürüyüşçüleri dağıtmaya çalıştı. İşçiler seslerini yükseltti: “Kimseye
zararımız olmayacak, sendikalarımızın kapatmak isteyenleri protesto ediyoruz.”
· Yürüyüşçüler
Yunus tren istasyonuna doğru aktı. Yolcu treni istasyonda bekliyordu. Bir grup
işçi trene atlayarak vagondakilere olayı duyurdu: “Devrimci sendikaları
kapatıyorlar ekmeğinizi almak istiyorlar bunu protesto ediyoruz.” Vagonlardan
alkış sesleri duyuldu.
· İşçiler
saat 16:30 sıralarında Eczacıbaşı İlaç Fabrikası önüne gelmişlerdi. Sivil bir
polis telefon kulübesine girerek bir numara çevirdi. Sesi olabildiğince
kısıktı: “Eczacıbaşı fabrikası civarında işçiler kanunsuz yürüyüşlerini
sürdürüyor. İşçilerin durumunu beğenmiyorum. Anormal bir şekilde bir
dikiyorlar. Bazı hareketleri geçebilirler. Acele edilsin…” durum askeri
birliklere duyurulmuştu. Birkaç bölük asker bazı binaların çevresinde güvenliği
korumakla görevlendirildi…
· Saat
17 dolaylarında yürüyüşçüler Topkapı'dan Sağmalcılar’a doğru daha büyük bir
kalabalıkla ilerledi. Yol boyunca ayrı ayrı grupların bağırışları duyuluyordu:
“Sendikalar
Canımız Feda Olsun Kanımız!”,
“Anayasa
Değişmez Yeni Yasa Sökmez!”,
“Demirel
İstifa!”,
“İşçiyiz
Güçlüyüz!”
·
Alibeyköy
yönünde görülen işçiler uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş ilerliyordu. İşçilerin
sessiz ve ağır ağır yürüyüşü bazı kişilere korku sallıyordu. İşçilerin
ellerindeki pankartlarda şunlar yer alıyordu:
“Epey İktidarı
Bizim Değil İşverenin İktidarı!”,
“Zincirimizden
Başka Kaybedecek Bir Şeyimiz Yok!”,
“Sendikalar Kanunu
Değişikliğine Hayır!”
· Kartal’ın
Soğanlı köyündeki Haymak Fabrikası önüne gelen yürüyüşçüler fabrikanın yazıhane
bölümünde elleri sopalı tabancalı bir grup işçinin bekleyişini görünce: “Bu sopalar
kime karşı?” diye bağırdılar. İşçilerin birisi: “Demirel'in kardeşi
bunları Eskişehir'den bizim için getirtti. Grev kırıcı bunlar!”. Elleri
sopalı işçilerden bir grup: “Defolun! Geleceğiniz varsa göreceğiniz var!”
diye bağırınca işçiler yazıhaneye daldı. Masa sandalye ile üzerlerine saldıran,
sopalarını kaldıran kimselerle sert bir boğuşmaya girdiler. Eli sopalı bir işçi
telefona sarılınca, yürüyüşçü işçiler telefonu kapıp yere çaldı. Üzerlerine
atılan daktilo makineleri, Haymak Döküm Fabrikası’nın yazıhane camlarını
kırarak caddeye düştü. Bir anda yazıhane eşyası parçalanmış kırılmış
dökülmüştü. Eskişehir'den getirilen işçilerin başı olduğu anlaşılan iri kayın
birisine: “Ahmet Ağabey! Buğra Ağabey! Bizi öldürecekler!” diye
bağırıyor, Ahmet ağabey de hemen tabancasına sarılıyor, ama dört beş yürüyüşçü
işçi, hemen Ahmet ağabeyin koluna, boynuna sarılarak tabancanın ateşlenmesini
önledi. Yabancı işçiler fabrikanın içerisine doğru kaçınca, yürüyüşçü işçiler
yazıhaneyi ve lojmanlardan birini aramaya koyuldular. İşçiler bol miktarda
bıçak, ustura, şiş buldu ve bunları dışarıdaki arkadaşlarına göstermeye
çalıştı. Bu sırada fabrika avlusundaki bir kaptıkaçtıya binen iki kişi, otomobili
çalıştırınca işçiler önlerini kesti. Kaptıkaçtıyı işçilerin üzerine doğru
sürmeye kalkınca, yürüyüşçü işçiler daha büyük bir grup halinde direksiyondaki
kişiyi çekip dışarı aldılar, kontak anahtarını kapadılar. Bu sırada öbürünün
diretmesi üzerine, araba yana devrildi ve pencere camları kırıldı. Caddenin
ötesinde bekleyen güvenlik kuvvetleri işçilerin Haymak Döküm ve Fitting Sanayii
işyerinden ayrılmalarına kadar hiçbir tepki göstermedi. İşçiler yürüyüşlerini
sürdürdü. İşçiler yürüyordu. Ellerindeki pankartlar da şunlar okunuyordu:
“Bütün Kininiz
İşçilere mi?”,
“Yaşasın İşçi
Sınıfı!”,
“Tüm Gericiler
Faşistler Kahrolsun!”.
İşçiler tüm İstanbul’da, Kocaeli’nde başlattıkları yürüyüşü, karanlık
basmaya başlayınca sona erdirdiler ve evlerine çekildiler.
16
HAZİRAN GÜNÜNÜN GETİRDİKLERİ (16 Haziran 1970)
Otosan Fabrikası
işçileri üçer beşer kartlarını basıp içeri girdiler. Selamlaşıp hatır sorduktan
sonra genç irisi lacivert gömleğinin kısa kollarını daha kısaltmak için uçları
da bükmüş olan sarışın biri: “Arkadaşlar, bugün işbaşı yapmayacağız değil
mi?” dedi. Yemekhane duvarına dayanmış sigara içen bir grup işçi: “Yapamayız!”
diye yanıt verdi ve “Yapamayız çünkü sinirlerimiz bozuk.” Kalın kaşları
kadar kalın siyah bıyıklarıyla dikkati çeken kara yağız bir işçi, vücut
yapısından beklenmeyen ince bir sesle: “İş başı yapmamalıyız; çünkü
söylenenleri, bize atılan iftiraları temizlemeliyiz; varlıklı takımın
yalanlarını eylemimiz de yalanlamaya bilmeliyiz; bizim yakma yıkma ile ilgili
olmadığımızı kanıtlamalıyız.” Gruptakilerden en genç görünen ama şişmanlığı
yüzünden arkadaşlarının ‘Tombul Usta’ dedikleri işçi: “Varlıklılar ne diyormuş?”
diye sordu. “Bu sabah dolmuşta duydum. Biz bugün sokağa çıkıp zenginlerin
evlerini yakacakmışız. Taş üstüne taş bırakmayacakmışız. Ordu da İstanbul'un
yakılıp yıkılmasını önlemek için önümüzü kesecek, hepimizi makineliyle biçecekmiş.”
Bunları söylerken hiddeti artıyor, sesi titriyor, gözleri daha irileşiyordu. Arkadaşlarından
birinin uzattığı sigarayı yakıp bir nefes çektikten sonra: “Bunların martaval
olduğunu anlatmalıyız” dedi. Değişik işçiler hemen aynı sözü aynı anda
söyledi: “Yürüyeceğiz!” İşçiler grup grup fabrikadan çıkmaya başladı.
Termo Buhar Fabrikası işçileri ve memurları, salı
sabahı belli saatlerde fabrikaya girdikleri vakit olağanüstü bir durum olduğunu
sezinlediler. Fabrika Müdürü çok erkenden gelmişti. Müdür masasında oturmamış, pencereden
görülecek şekilde bir aşağı bir yukarı odasına arşınlıyor gibiydi. İdare
müdürünün geldiğini görünce iç telefondan İdare Amiri’ni çağırdı: “Gün çok
kritik biliyorsunuz bu bakımdan işçilerimize bugün işbaşı yaptırmayalım, fabrikayı
paydos edelim.” “Siz bilirsiniz efendim” dedi İdare Müdürü, “zaten
bazı fabrikalar da bugün işbaşı yaptırmayacaklarmış. Ne olur ne olmaz diye
işçilere ücretli izin vereceklermiş… Biz de öyle yaparız efendim. İzninizle…”
İdare Amiri bahçeye inince sendika temsilcisini buldu: “Usta dedi, Müdür Bey
bugün işçilere ücretli izin verdi.” Temsilci “Müdür beyin anlayışına
teşekkür ederiz. Zaten arkadaşlar da çalışmak istemiyorlardı… Peki biz toplanır
fabrikadan ayrılırız.” İşçiler topluca fabrikadan çıkarken müdür idare
amiri ve öteki personel derin bir ‘ohh’ çekti.
AEG-ETİ Fabrikası
işçileri istemeye istemeye işbaşı yaptı. Arkadaşları sendika seçme özgürlüğü
için haklarını ararken, kendilerinin çalışmasını doğru bulunuyorlardı. Ama hiç
kimse hatta sendika temsilcileri bile kendilerine “Bugün çalışmayalım biz de
yürüyüşe geçelim” dememişti. Biraz huzursuz, biraz çalışmakla çalışmamak
arasında bocalarlarken kapıda bir grup işçinin “İşçiler dışarı!” diye
bağırdıklarını duyar gibi oldular. Sesler gittikçe yakınlaştı: “Sendikamızı
kapatamazlar! İşçiler yürüyüşe!” zaten tedirgin durumdaki işçiler
işlerini bıraktılar. Fabrikadan çıkanlarla başka fabrikalardan gelen işçiler
2000 kişilik bir kitleye dönüştü. Gebze'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Alanda
bulunan Atatürk büstü önünde toplandılar. Hiçbirine hiç kimse bir şey
söylemediği halde hepsi de saygıyla durdular ve hep birden İstiklal Marşını söylemeye
başladılar.
Ve işçiler, Ankara
asfaltına doğru ilerlemeye başladılar. Yolun bir yanında, başlarında subayları
olduğu halde bölük bölük askerler de yürüyordu. Ne işçiler herhangi bir olaya
meydan bırakıyor, ne de kendileri olay çıkaracak bir tavır alıyordu. Büyük işçi
kolu Çayırova'ya geldiği vakit biraz yorulmuştular. Durakladılar. Bu sırada
sendika temsilcisi olduğunu bildirerek konuşmaya başlayan bir işçi: “AEG
işçileri arkadaşlarım” dedi, “Vakit ilerledi. Bizim fabrikanın işçileri
bu tarafa gelsin… Burada toplanalım.” Kalabalık içinden sendika
temsilcisinin bulunduğu noktaya doğru konuşmalar oldu.
Gıslaved
Fabrikası’nın büyük çoğunluğu kadın olan işçileri sabahleyin iş başı yaptılar. Ama
bir gün önce, işçilerin çeşitli fabrikalarda işi bırakıp yürüyüşe geçtiklerini
sabahleyin okudukları gazetelerden anlamışlardı. Kendileri de üyesi oldukları Lastik-İş
sendikasının varlığı yüzünden pek çok haklara kavuşmuştu. Şimdi sendikalarını
kapatmayı amaçlayan bir yasanın mecliste kabul edildiğini öğrenmiş ve içleri
hızlanmıştı. Birbirlerine: “Biz de sendikamızı savunalım yürüyüşe çıkalım
mı?” diye soruyor ve ne ‘evet’ ne ‘hayır’ yanıtı alıyorlardı. Ama
çalışmaları gönülsüzdü. Bir süre geçtikten sonra fabrikanın önünde büyük bir
işçi kitlesinin toplandığını anladılar. Dışarıdan sesler geliyordu: “Sendikacı
olmanın onurunu ayaklar altına aldırmayacağız! Yürüyecek, sendikamızın
kapatılmasını protesto edeceğiz!” Kadın işçilerin tüyleri diken diken oldu,
içlerinden bir ses: “Sen de katıl!” diye aynı sözleri yineliyordu. İşleri
bırakacaklardı. Zaten fabrika çevresini saran büyük bir işçi kitlesi: “Bacılar
kardeşler birlikte yürüyelim sendikalarımızın koruyalım!” diye haykırıyordu.
Ses toktu, dostçaydı ve haklılığın verdiği bir cesaretle tekrar duyuldu: “Ablalar,
kardeşler, hep beraber yürüyelim!” Gayrı durmak olmazdı. İşçiler işlerini
bıraktılar. Giyindiler ve erkek arkadaşlarından ayırt edilmeyecek bir
kararlılıkla yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşü kimse yönetmiyordu. Ama işçiler aynı
duygular ve aynı amaçlarla yürümenin verdiği bir bilinçle caddeleri kaplıyordu.
Bir ara, 8-10 kişilik bir grubun toparlanıp bağırdıkları duydular: “İşte Adalet
Partisi'nin ilçe binası, hücum!” 10 kişi kadardılar, ne Gıslaved işçileri, ne
de ötekiler bunları tanımıyorlardı. Sendika temsilcileri ve önde gelen işçiler
hemen Adalet Partisi ilçe binasına doğru koştular: “Ne yapıyorsunuz? Bizim
yakmaya yıkmaya işimiz yok çekilin buradan!” ve işçi olmadıkları anlaşılan
kişiler süklüm püklüm ellerindeki taşları yere atıp topluluktan ayrıldılar. İşçi
yürüyüş kolundan bazıları: “Haklıyız güçlüyüz!” diye haykırıyor, bir
kısmı da: “Sendikalarımızı kapatamazlar!” diye başka bir haykırışla onlara
yanıt veriyordu. Yürüyüş kolu Dörtyol’a gelince bazı işçi temsilcileri: “Dağılalım
arkadaşlar!” diye seslendiler. Kadın işçiler de başka fabrikaların işçileri
de sessizce ayrı ayrı sokaklara doğru ayrıldılar.

Geniş bir
işçi kolu Cağaloğlu’na girdi. Birçok gazete yönetim yerinde telaş başladı. Acaba
işçiler aleyhlerine yazılar ve fıkralarla çıkan sayılarını okumuş kızgınlıkla
matbaalara saldıracaklar mıydı? Hemen telefonlara sarılıp durumu Vali’ye, Polis
Müdürü’ne duyurdular ve korunmalarını istediler. Oysa işçilerin hiçbiri haksız
yere suçlandıkları yazıları anımsamıyorlardı bile…
Askeri
birlikler, tanklar ve öteki araçlarla vilayet binasını herhangi bir saldırıya
karşı korumakla görevlendirilmişti. Bazı basın merkezleri de sivil ve resmi
polislerin gözetim ve denetimi altına alınmıştı. En büyük korku Silahtarağa’daki
elektrik santraline bir sabotaj yapılması ihtimalinden kaynaklanıyordu. Ama işçiler
bu tür bir tutumu, bir eylemi akıllarının köşesinden bile geçirmiyorlardı. İşçiler
Cağaloğlu'nda yoğun bir kitle oluşturdukları vakit İçişleri Bakanı Valilik’teki
telsiz merkezinde olup bitenleri izliyordu. Askeri birlikler Valiliğin
çevresini Tomson tabancalarını ateşe hazır duruma getirerek koruyorlardı. Tanklar
da her yönden gelebilecek saldırıyı hemen o anda geri püskürtecek güçte ve
durumdaydı. Sultanahmet Meydanı'ndan Cağaloğlu’na doğru kayan işçi kolu
askerlerin tarikatıyla karşılaştı. Kısa sürede hiçbir çatışma olmadan barikatı
geçen işçiler Valiliğe doğru ilerlediler. Binadaki bazı görevliler kendilerini
korumaya hazır bir psikoloji ile sarsılmıştı; nereye saklanmaları ya da
kendilerini nasıl korumaları gerektiğini düşünürlerken, işçiler cadde üzerinde:
“Ordu-İşçi Elele!” diye haykırdılar. Tetikte bekleyen subaylar da
erler de bu güven dolu sesle ürperdiler. Askeri keşif uçakları, Valilik
binasının üstünden geçti. İşçiler uçaklara bakarak yine haykırdılar: “Demirel
İstifa! Ordu-İşçi Elele!” Ayrıca bir grubun sesi yükseldi: “Anayasa
İçin Elele Onu Tanımayan Hergele!” ve işçi yürüyüş kolu Eminönü'ne
doğru ilerledi. İçişleri Bakanı haberi alınca terini sildi, boşalmış kahve fincanından
bir yudum almak için elini uzattı, sonra: “bitirmişiz bile…” diye
söylendi.
Galata
köprüsü açılmıştı. İşçiler Karaköy’e doğru ilerleyemediler. Hâle doğru
yürüdüler. Hâl dolaylarındaki büyük gıda maddeleri satıcıları kımıldamadan ve
yürekleri hızlı hızlı çarparak kalp atışlarının sesiyle ürpererek işçilerin
geçişini beklediler. Açık kasaları kilitleyenler, altın dolu kutuları sucuk
kangalları altına yerleştirilenler sapsarıydı. Ama işçilerin ne altınla ne
kasaya kilitlenen banknotlarla ilgileri, onlara karşı bir edinme isteği yoktu. Düşündükleri
tek şey, sendikalarının kapatılmasını amaçlayan yasa ve grev yapma haklarının
sona erdirilmesine yol açacak olan tek konfederasyon diktasının hazırlığını
bozmaktı.
İşçiler Unkapanı’na
çıktıkları vakit buradaki köprünün da açıldığını gördüler. Bunun üzerine Saraçhane'ye
doğru ilerlediler. Vakit ilerlemişti. Zaten amaçları yürüyüş olduğundan, yeteri
kadar da yürümüş ve yorulmuşlardı. Yönlerini Fatih'e çevirdiler. Oradan Topkapı'ya
çıkacak ve işyerlerine dönecek ya da doğruca evlerine varacaklardı.
Kadıköy'deki
yürüyüşler hakkında çeşitli haberler dolaşıyordu: “Kaymakamlık binası ateşe
verildi…”, “Bağdat Caddesindeki evlere saldırıyorlar ölenler var!”, “Kuşdili’nde
büyük çatışmalar oldu. Onlarca kişi öldü…”, “Bahariye Caddesi'ndeki bankalar
saldırı ve yağmayı önlemek için kapatıldı…” ama bunları yayanlar olayların
akışını bilmeyenlerdi. Ve işçilerin hiçbirinde silah yoktu, hiçbiri saldırıya
bankaların semtine bile uğramayın düşünmüşlerdi.
Bütün
Türkiye, İstanbul ve Kocaeli’nde işçilerin yürüyüşüyle ilgili çok değişik
haberler aldıkları için kuşkulu dakikalar yaşadı. Ankara'da hükümet ve Çankaya
abartılarak verilen bilgileri dinlerken, beklenmedik bir olayla daha doğrusu
olaylar zinciriyle karşılaştıkları için sinirliydi; gerçekleri anlama ve
kavrama yerine abartılarak verilen haberlerin kendilerinde yarattığı korkuyla
sert, daha sert önlemler için neler yapılacağının planlarıyla uğraşıyorlardı.
BARİKATLAR
AŞILDI
Fabrikalarda
işbaşı yapmadan yürüyüşe geçen işçiler işçi marşları söyleyerek ilerliyordu.
Polisler köşe başlarını tutmuştu. Sivil polisler işçi kalabalığının arasına
karışmış söylenenleri dinliyor bu eylemi kimin kararı ile başlattıklarını
anlamaya önem veriyorlardı. Bir de hangi fabrikalar yıkılacak kimler
öldürülecekti? Sivil polisler bunları anlamak için kendileri de sendikacı imiş
gibi konuşkan sandıkları işçilere yaklaşıyor ve soruyordu: “İlk hangi
işyerine patronunun başına yıkacağız?” Sorula karşılaşan ince, pembe yüzlü,
sarımsı saçlı genç işçi, iri kalın parmaklı eliyle soru sahibinin şöyle bir
itti: “Ne diyorsun sen be? Hangi işyerindensin?”, “Ben mi? Ben Üç Nal Lastikten,
yeni girdim…”, “3 Nal Lastik yürüyüşte değil… Sendika temsilciniz kim?” Hem
konuşuyor hem ilerliyorlardı. İri elli, kalın parmaklı işçi soruyu yönetenin
koluna girmişti. Sorusunu yineledi: “Sizin sendika temsilciniz kim?”, “Ben
yeni girdim işe daha tanımıyorum…” İşçi kalabalığı Topkapı surlarına
yaklaşıyorlardı ki, sivil polis hemen kolunu kurtararak: “Benim Hanım da
gelmiş şurada…” diye işçinin yanından kendini kurtardı ve yürüyüşçü
işçilerin arasından durakta araç beklemekte olan beş-altı kişilik kadın grubuna
doğru koştu.
Topkapı
çevresindeki işyerlerinin işçileri sekiz-on kişilik yürüyüş kolu oluşturmuştu. Surların
önünde bekleyen başka gruplar hemen birbirleriyle kaynaştılar. Şehremini’ne doğru
ilerlediler. Burada polis kordonu yolu kesmekte görevlendirilmişti. İşçiler
Aksaray yönüne bırakılmayacaktı. Polise işçilerin Aksaray çarşısını yağma
edeceği bildirilmişti. İşçiler polis kordonuna yavaşça yaklaştı. Pencerelerden
bakanlar bir anda Şehremini’nin kana bulunacağını, silah seslerinin her an
patlayacağını sanıyorlardı. Pencereden sarkan mavi eşarplı gözlüklü bir kız
elindeki çiçek buketini caddeye doğru fırlatıp attı. Başı siyah eşarplı, gözlüklü
iri yarı bir kadın hemen kızın koluna yapıştı ve: “Gir içeri diyorum sana!
Şimdi kurşunlar vızır vızır buralara kadar gelecek, gebertecek seni, gir içeri!”
diye bağırdı. Polislerle işçiler birbirlerinin nefeslerini duyacak kadar göğüs
göğüse gelmişti. Derin bir sessizlik egemendi. Bir anda işçiler hızla iki polis
arasındaki boşluğa daldılar ve Fındıkzade’ye doğru koşar adım ilerlediler. Polisler
ne yapacaklarını şaşırdı. Bir görevli hemen telsizle durumu merkeze bildirdi. “İşçiler
polis kordonunu bir anda yarıp geçti” derken ağlar gibiydi. Sesi titriyor
ve başka bir şey söyleyemiyordu. Hızlı adımlarla Fındıkzade’den Vatan Caddesine
inen yürüyüşçülerden bir grup “Bağımsız Türkiye Sömürgenler Hergele!”
diye haykırıyordu.
Yürüyüş kolu
Vatan Caddesinden Fatih'e doğru ilerlemeye başladı. Fındıkzade de barikat kuran
askeri birliklerin iki subayı kıtalarının başından ayrılarak birbirlerine doğru
ilerledi. Gür kaşlı, uzun kirpikli esmer ve sağ yanağında Diyarbakır çıbanı
olan teğmen, biraz tıknazca, iri mavi gözlü, güleç bakışlarla konuşan
arkadaşına: “Ucuz atlattık, dedi, bir de şunu anladık: işçiler orduya karşı
değil, hem de kendi disiplinlerini kendileri koyan bilinçli kişiler”, “Doğrusun”
dedi güleç bakışlı teğmen, “bütün söylenenleri işçilerin bizi görünce
yön değiştirerek, Vatan Caddesine sapmaları yalanladı. Ne ellerinde sopa var ne
bellerinde tabanca… Bu işte başka işler var teğmenim…”, “Ben de bu kanıdayım.
Gerçekten bunları yürüyüşe iten bir ciddi sorun var. Yoksa başka türlü yürür, başka
türlü konuşurlardı. Dikkat ettin mi? Bize dost gözlerle baktılar, hiçbir küfür,
tahrik edici söz çıkmadı ağızlarından… Yirmi-yirmi beş bin işçiden birisi
olsun…” Jeep’in albay kursunu dalgalandırarak yaklaşması, subayları hemen
kıtaları başına konuşmalarına yol açtı.
İstanbul, İstanbul
olalı böyle bir gün yaşamamıştı. Askeri birlikler Silahtarağa elektrik
fabrikası, radyoevi ve verici istasyonu, büyük fabrikaları, Galata ve Unkapanı
köprülerinin iki başını, banka ve büyük ticaret merkezlerinin yoğun olduğu
cadde başlarını tutmuştu. Askeri uçaklar, helikopterler İstanbul göklerini bir
boydan bir boya kesiyor, bazı bölgelerde uçuşu döne döne sürdürüyordu. İşçilerin
Beyoğlu semtinden İstanbul’a; Fatih’te Şehzadebaşı bölgesinden Kasımpaşa, Şişhane
ve Beyoğlu semtlerini akışını önlemek için Unkapanı köprüsü açılmıştı. Kadıköy
ve Üsküdar’da toplanan işçilerin vapurlarla İstanbul’a geçişini önlemek için, şehir
hatları vapurları iskelelere bağlanmıştı. Galata köprüsü de açılmıştı. Karaköy'de
ve Eminönü’nde askeri birlikler mevzilenmişti.
İstanbul Valiliği’ne
sabahın erken saatlerinde gelen İçişleri Bakanı, Vali ile görüşürken Birinci
Ordu Komutanı da Valiliğe geldi. Bunu Jandarma Genel Komutanı ve ileri gelen
güvenlik görevlileri izledi. Olayların gelişimi telsiz merkezinden izlenmeye
başlandı. Birinci Ordu komutanı kendisinin bizzat olayları izleyeceğini
söyleyerek karargahına döndü ve bir helikopterle Kadıköy kesimindeki yürüyüş
kolunu izledi. Telsiz konuşmaları, izleyenlere heyecanlı olaylar anlatıyor, olup
bitenler tansiyonu daha da yükseltiyordu: “Bir yarbay, Galata köprüsü dubasının
üstünde mahsur kaldı… Helikopter bekleniyor… Denizde hiç sandal yok… Helikopter
bekleniyor.”
Telefonlar
çalıyor ve olaylar üst merkezlere duyuruluyordu: “Levent ve çevresindeki bütün
fabrikalarda çalışan işçiler işi bıraktı efendim… Hepsi gülerek kapılardan
çıkıyor efendim… Bazılarının ellerinde sopalarla takılmış kartonlar var… Yazıları
okuyamıyorum… Şimdi birisinin seçebildim efendim. Şey yazıyor… ‘Sendikamız
Anamız, Feda Olsun Canımız'… Evet anaları sendikaymış efendim. Birisinde
de ‘Demirel İstifa’ diye yazılı… hepsi Tekfen fabrikasına doğru
yürüyor efendim…”; “Komiserim, Tekfen’deki işçileri de yürüyüşe çağırıyorlar… Evet
efendim, toplum polisi fabrikayı koruyor. Müdür muavini Yusuf Aksu'yu görüyorum
efendim. Yanında Emniyet Müdür Muavini Kenan Koç Bey de var efendim. Bir dakika
efendim, Kenan Koç işçilere bir şeyler söylüyor… Evet konuşuyor, ‘dağılın’
diyor, ‘sonra fena olur’ diyor… İşçiler birden toplum polislerinin
kordonunu yarmaya çalıştı… Hayır ellerinde bir şeyler yok. Bazılarının elinde
sopa var, pankart astıkları sopa gibi şeyler efendim. Bizimkiler coplarını
kullanıyor efendim. İşçilerden kim olursa, copları başlarına, bellerine, kollarına
indiriyorlar efendim. Kadın işçiler yerlere yıkıldı efendim. Seslerini
duyuyorum, ‘yandım yetişin’ diyorlar. ‘Öldürüyorlar’ diye
bağırıyorlar efendim. Ortalık baba gününe döndü efendim. Toplum polisi çok sert
giriyor efendim. Kadın çığlıkları durmuyor. İşçiler evlerin bahçe demirlerini
söküyor; fidanları tutan çubukları da ellerine geçirip toplum polisine
saldırmaya başladılar efendim… Evet, kıyasıya bir dövüş oluyor burada efendim… İşçiler
daha kalabalık, yeni yürüyüşçüler de geldi efendim. Elleri sopalı, demir
çubuklu işçiler çatışmadan üstün çıktı, bizimkiler hızlı koşuyor, işçiler
peşlerinde efendim… Hepsi uzaklaştı buradan efendim…”

Eczacıbaşı Fabrikası’nın
bir odasından etrafı izleyen bir sivil polis telefona sarıldı. Yüzü kâğıt
gibiydi. Çevirdiği numara meşguldü. Kendi kendine “Allah kahretsin” dedi.
Ceketinin mendil cebinden küçük bir defter çıkardı. Masaya koydu. Yeniden
numaraları çevirmeye başladı. Defteri yine cebine koydu. Sonra sol elinin
parmaklarıyla ince kaytan bıyıklarını düzeltmeye çalıştı. Birden elini yanına
indirdi; telefonu ağzının içine sokarcasına: “Beyefendi durum vahim, dedi. Arz
ediyorum efendim: toplum polisi buraya doğru koşar adım geliyor. Bazılarının
neferleri yok başında… Ellerinde de yok. Bazıları kalkansız… Silah sesi duydum.
Silah sesleri birbirini izliyor. Göremiyorum kimlerin attığını… Bizimkiler de
tabanca ateşliyor. Birini gördüm. Tabancasını ateşledi ve fabrikaya girmeye
çalışıyor. Evet Tekfen’den buraya doğru geliyorlar. Yerde sürüklenen kadın
işçiler de var… Bir kısım işçiler taş atıyor. Camları kırıyorlar… Bazı
arkadaşlar benim bulunduğum fabrikanın… Evet Eeczacıbaşı’nın karşısındaki bir
eve sığındılar. Bir kadın pencereden bağırıyor… Ne söylediğini duyamam tabii. Mesafe
bir hayli efendim… Evin kapısını kırdılar. Polisler pencereden atlıyor… Bu yana
geliyorlar… İşçiler peşlerini bıraktı… Yerlerde yürüyemeyen yaralı ve belki ölü
var… Bazı işçiler yaralılarla ilgilenmeye başladı… Peki beyefendi ben de
yaralılarla ilgileneceğim.”
Yaralı
polisler, yoldan geçen arabalara işaret ediyor, kendilerini hastaneye
götürmelerini istiyorlardı. Yaraları kanıyordu. Kan akışını dindirmek için, yaralarını
elleriyle bastırıyordu. Yaralı işçileri, arkadaşları omuzlayarak yan sokaklarda
tedaviye çalışıyordu. Bazıları taksileri çevirerek yaralıları hastanelere
taşımayı üstlendi. Bir kısım işçiler, Philips fabrikasına doğru ilerledi. Yol
askeri inzibatlarla kesilmişti. Bir jandarma subayı sert bir uyarı yaptı: “Hadi,
dağılın bakayım! Dağılın yoksa ateş açtırırım!” İşçilerden bazıları aynı
anda aynı şeyi söyledi: “Buradan geçip fabrikamıza gideceğiz!” Ve
jandarma subayının yanıtını beklemeden hızla jandarma barikatını aşıp geçtiler.
İşçiler
yürüyor; “Demirel İstifa”, “İşçi Köylü Elele”, “Bağımsız Türkiye”, “Sendikada
Elele-Tüm Baskılar Nafile” sesleri her yanı çınlatıyordu. İşçilerin
yürüyüş kolunun öncüleri, Mecidiyeköy’e vardı. Orada Amerikalılara ait TUSLOG binasını
görünce birkaç kişi yerden taş alarak bina camlarına atmaya başladı. Copunu çeken
iki polis işçilerin üzerine yürümeye vakit bulamadan taşların hücumuna
uğrayınca ara sokaklara daldı. İşçiler de ilerleyerek Puro fabrikası önünde biriktiler.
“İşçiler dışarı! Gel özgürlük yürüyüşüne katıl! İşçiler dışarı!” İşçilerden
herhangi bir yanıt gelmeyince, bir kısım işçiler bağırdılar: “Sarı Sendikacılara
Yuhhhh! Sa-Rı, Sa-Rı, Sendikacı Sa-Rı… Yuhhh!” Birden gür bir ses duyuldu: “Roche
işçileri geliyor!”, “Arı işçileri geliyor!” Gözler çevrildi… Gerçekten, ellerinde
sendika özgürlüğünü dile getiren dövizler bulunan Roche ilaç fabrikası işçileri
ile Arı bisküvi işçileri, sert adımlarla geliyorlardı. İşçiler hep birden bir
marş söylemeye başladı: “Adımlar Sarsıyor Yeri / İşçi Köylü Örgütleri…”
marşı söyleye söyleye ilerleyen yürüyüşçüler, adeta gülercesine haykırıyordu: “Bugün
Esir Yarın Her Şey! / Hey! Hey! Bugün Esir Yarın Her Şey!”
İşçileri
yeni bir barikat bekliyordu. Esentepe’den Mecidiyeköy’e doğru gelen gruplar
birleşti. İnzibatlarının barikatı da hiçbir olay çıkmadan aşıldı. İmren-Baylan çikolata
fabrikalarının kapıları kapatılmış, fakat işçilerin pencerelerden bakmaları
önlenememişti. Yürüyüşçü işçiler, bu işyerlerindeki arkadaşlarını da yürüyüşe
davet ettiler: “Hep Beraber Sendika Hürriyetini Savunalım. Saflarımıza Gelin!”
Fabrikalardan olumlu bir yanıt çıkmadı. İşçiler bu kez: “Yuuuuh! Yuuuuh!”
diye bağırarak yollarına devam etti. Yürüyenler ağır adımlarla ilerliyorlardı.
Öndekiler gayret tepeye varınca yeni bir barikatla karşılaştılar. İnzibat
askerleri yolu kesmişti. Bir subay: “Geçiş yasak!” diye bağırdı. İşçiler
hiçbir yanıt vermedi. Bir dakika kadar durdular. Arkadan gelen işçiler yürüyüş
kolunu bir hayli güçlendirdi. Ve bir anda göğüsler öne fırladı, inzibat otlar
arasından rüzgâr gibi geçtiler. Vakit ilerlemişti. Durdular ve uzun boylu, doğru
gibi kadın ve gür sesli bir işçi: “Dağılalım!” diye haykırdı. İşçiler onu çok
severlerdi: “Peki” dediler. İşçiler Profilo fabrikasına doğru şarkılar
söyleyerek dağılmaya başladılar.
KANA
BULANAN YÜRÜYÜŞ
Ankara Asfaltı
üzerindeki Otosan Fabrikası işçileri fabrika avlusunda toplanıyordu. Bazı
işçilerin eli boya ile yazı yazmaya yatkındı. Bazıları marangoz sahnede
pankartlar için kısa sağlam çıtalar hazırladı. Ortak bir çalışmayla pankartlar
tamamlandı. İşçiler pankartlarda eki yazıları okumaya başladı: “Sendikasız
Demokrasi Olmaz!”, “Sendikamızı Kapatamazsınız!”, “İşçi Köylü Elele”, “Hepimiz Mehmetçiğiz!”,
“Bağımsız Türkiye”, “Demirel İstifa!”, “Yaşasın Disk”, “Ölüm Var Dönüm Yok!”
İşçilerin pankartları okunması bitince hep bir ağızdan “Yürüyüşeeeeee!” diye
haykırdılar.
Hep birden
düzgün adımlarla asfaltı kaplayan bir yoğunlukla ilerliyordu. Üsküdar'a inecek
alanda toplanıp dağılacaklardı. Fabrikadan çıkınca az sonra askeri birliklerle
karşılaştılar. Yolun bir yanında bekliyorlardı. Tam teçhizatlıydılar. Subayları
manevra elbiseleri giymişti. İşçilerin yürüyüşe sürerken yol üstündeki
fabrikalardan katılmalar oldu. Katılanlardan bir grup bir marşın bazı
dizelerini söylüyordu: “Anamız Amele Sınıfıdır / Yurdumuz Bütün Dünyadır
Bizim…”
Biraz daha
ilerleyince başka bir askeri birlik yolu kapamak istedi. Ama işçiler daha hızlı
adımlarla asker yolu tümüyle tutamadan o bölgeyi de geçtiler. Saat dokuzdu ve
işçilerden bir grup: “Üsküdar'a… Üsküdar'a!” Diye bağırdı. Bazı işçiler
hemen şen bir sesle söylemeye başladılar: “Üsküdar'a geçer iken aldı da bir
yağmuuuur…” arkası gelmedi. Bazı işçiler bozuk bir ezgi ile: “Kâtip
benim ben kâtibin el ne karışır” diye şarkıya devam etti.
Şarkıyı
söyleyenlerin çevresindeki işçiler gülüştüler. İşçiler yürüyordu. 2 saat kadar
ağır adımlarla ilerleyen işçiler, Ankara asfaltını bitimine doğru toplum
polisiyle karşılaştı. Otosan işçileri, Gebze'den yürüyüşe çıkan işçilerle
birleştikleri için işçi sayısı bir hayli kabarmıştı. Yürüyüşçüler toplum polise
barikatına yaklaşınca polisin başında bulunan emniyet amiri işçilere seslendi: “Dağılın!
Size diyorum: Dağılın!” İşçiler: “Bırakın geçelim” diye yanıt
verdiler. Polis şefi daha sert bir dille: “Dağılın diyorum size… Ne laf
dinlemez adamlarsınız?..” İşçiler de sertleştiler: Bırakın geçelim, haklarımızı
çiğne etmeyeceğiz, bırakın yürüyelim…” polis şefi, Otosan, Arçelik, Singer işçilerinin
ön safta yer aldığı büyük işçi kitlesinin psikolojisini anlamıyor, sözlerinin
tutulacağını sanıyor ve ısrar ediyordu: “Buradan geçemezsiniz!” İşçiler,
bunun üzerine birden polis kordonuna yöneldiler ve hızla polisleri yararak
ilerlediler. İleride tetikte bekleyen askeri birlikler, gelişmeyi izlemeye
koyuldu. Polisler, üzerlerine doğru yürüyen işçilerin bakışlarından öylesine
korktu ki, boğazlarına sarılacak aklarını sanarak ellerini tabancalarını
götürdüler. Daha açık çıkan 12 toplum polisi de havaya ateş etti. Kurşun sesini
duyan işçiler daha hızlı yürüyünce, Emniyet Müdür Muavini Nihat Kaner paniğe
kapıldı ve ötede vakur bekleyen Tuğgeneral Vahit Üner'e doğru bağırmaya başladı:
“Polisleri öldürecekler!” Sesini daha yükselten polis şefi: “Polisleri
kurtarın!” diye haykırdı. Tuğgeneral Vahit Üner, hemen askerleri harekete
geçirdi ve bölükleri, yürüyüş işçilerle kaçışan polislerin arasına yerleştirdi.
Böylece paniğe kapılan polislerin işçilere ateş etmesi önlenebildi. Tuğgeneral
Vahit Üner, öteki Tuğgeneral Mehmet Harput'la sohbete daldı… İşçiler de
polislerin kaçıştığı Haydarpaşa Lisesi’ne değil Üsküdar'a giden yolu izlediler.
Üsküdar
rıhtım alanına yorgun inen işçiler birkaç dakika mola verdi. Esnaf dükkânının
içinde yürüyüşleri gözlüyor, ne yapacaklarını bilmedikleri bu işçilerin kızgın
yüzlerine bakınca ürperiyordu. Oysa işçiler isteseler beş-on adım uzağında
durdukları dükkânları yerle bir edebilir ya da hiçbir mal bırakmadan tümünü
yağmalayabilirlerdi. Ama kesinlikle böyle bir eğilimleri görülmüyordu. Tıknaz,
mavi gömlekli, kıvırcık saçlı bir işçi, göğüs cebinden tornavida çıkararak bir
bakkal dükkânı önünde duran kahverengi uzun önlüklü bakkala yaklaşınca
adamcağızın dizlerinin neredeyse bağı çözülüyordu. Oysa işçi bozuk parasının da
bulunduğu gömlek cebinden para alabilmek için tornavidayı çıkarmış bozuk
paraları bakkala uzatarak bir paket birinci sigarası istemişti. Bakkal para
almak istemeyince işçi: “Ne münasebet, dedi, biz sadaka, haraç istemiyoruz
al paranı bakayım…” İşçiler Üsküdar rıhtım alanından kuzguncuk a doğru
ilerlemeye başladılar.
Yürüyüşçü
işçiler Bağdat caddesinde ilerlemeye başladıkları vakit birkaç polis barikatını
aşmıştı. Ellerinde Türk bayrakları, flamalar ve pankartlar olduğu halde
ilerliyorlardı. Zaman zaman da “Bağımsız Türkiye” diye haykırıyor,
sonra da “Haklıyız Güçlüyüz İşçiyiz” diyen sesleri caddeyi
inletiyordu. Büyük apartmanların pencerelerinden bakanları görünce de: “Demirel
İstifa!” Haykırışı kükreyişe dönüşüyordu. Bağdat caddesinde görevli bir
polis telsizine şöyle bağırıyordu gözleri alabildiğine büyüyerek: “Sayın
amirim işçiler Kuşdili’ne doğru kayıyorlar. 14-15 bin kadar varlar sayın amirim.”
Telsizde bu sesler “Sayın Amir”e bildirilince, bir başka ses telsizden
duyuldu: “Ben Kurmay Başkanı… Bu adam şaşırmış… Heyecanlanmış… İşçiler ancak
bin kişi kadar…” Telsizde polisin sesi duyuldu: “Haklısınız kumandanım, yanılmışım,
ancak bin kadar varlar…”
Bağdat
caddesinden geçen işçiler alkışları tebessümle karşılıyor selam vererek
yürüyordu. Göztepe yoldaki halkın ve apartman pencerelerinden sarkan insanların
alkışlarıyla aşıldı. Feneryolu’nu geçerlerken marşlar söylüyorlardı. Kızıltoprak
bölgesinden sessizce ilerlerken uçaklar alçaktan uçuyor yürüyüşçüler uçaklara
bakıp yeniden ileriye doğru dik başlı ve sert adımla asfaltı inletiyorlardı.
Kurbağalıdere’ye doğru yaklaşınca barikat kurmuş olan polislerde bir telaş baş
gösterdi. Alçak sesle konuşuyorlardı: “Gelenler çok kalabalık…”, “Biz çok
zayıf kalıyoruz”, “Silaha sarılmaz olsak bizi çiğ çiğ yerler…”, “Silah ne yazar?
Üçünü beşini vurursun, sonra senin leşini sürürler…” İşçiler köprüye daha
yaklaştı. Karşılarında polisin barikatını görünce durmadılar bile… Polislere
daha önce emir verilmişti: “Barikatı geçmeyecek işçi… Zorlarlarsa ateş
açacaksınız…” Bir grup işçinin sesleri duyuluyordu: “Geliyoruz
zincirleri kıra kıra hey! / Zalimlerin kafasına vura vura hey!”
Bir polis
şefi: “Yaklaşmayın!” Diye kısılan ses ile emir verdi… Ancak adımların
çıkardığı gürültü ve marş söyleyenlerin haykırışı bu sesi işçilere ulaştıramadı.
Çevredeki evlerden işçi yürüyüşünü ve polisleri izleyenleri bir korkudur
almıştı… İşçiler yürüdü. Polisler yerlerinden fırladı ve ateş açtı… “Vuruldum!”
dedi bir işçi. Yanındakiler hemen yaralıyı kucaklayıp bir kenara çekerken, polisler
birkaç işçinin üstüne atılıp onları kıskıvrak yakaladılar ve geride bekleyen
polis arabasına zorla bindirdiler… Kuşdili köprüsünde büyük bir kargaşa çıktı. Bir
tabanca daha patladı. Bir işçi “yandım” diye yere yıkıldı. İşçiler
vurulan işçiyi kucaklarken öldüğünü anladılar ve bu öldürme olayı işçileri
birer pars çevikliği ile polis barikatının üstüne üstüne yürütmeye yetti. Kurşun
sesleri birbirini izliyor, çevre halkı panik içinde dükkânlarını kapıyor, evlerini
çekilenler pencereleri sımsıkı örterek arka odalara koşuyorlardı. Yürüyüşçüler
taş ve sopa bulmak için koşuştular. İşçiler, inşaatlardan ele geçirdikleri
kürek, kazma, sopa, taş ve tuğlalarla kurşunları yanıtlamaya çalıştı. Polisler
şarjör değiştirmeye vakit bulamadan geri çekilmeye başladı. Barikat çöktü.
Panik halinde kaçışan polisler ara sokaklara dalınca, o semtteki halk da panik
içinde Bahariye caddesine çıkan sokaklardan kaçışmaya başladı. Polisler ve bazı
kişiler, açık buldukları apartman kapılarından girerek demir kapıları kapadılar,
üst kat merdivenlerine doğru koşuştular. Birçok yaralı arkadaşlarının kolları
arasında yan sokaklarda araç ararken Kuşdili köprüsünün iki yanında iki ölü
vardı, bir işçi, bir polis...
Kuşdili
bölgesindeki çatışma üzerine Kızıltoprak’a doğru koşan bir grup işçi geride
kalan ve başka bir koldan Bağdat caddesine inen işçi arkadaşlarına durumu
anlatıp kamyonla gelenleri yaralıları hastaneye götürmeye yönlendirdi. 10’u aşkın
kamyon ve 5-6 minibüs dolusu işçi Kurbağalıdere köprüsüne yetiştiler. Şehit
vererek geçilen Kurbağalıdere köprüsünü geride bırakan işçiler Altıyol’a doğru
sert bakışlarla ilerlediler.
Ankara
asfaltını kaplayan başka yürüyüşçüler Üsküdar'dan Kuzguncuk’a kadar
ilerledikten sonra dönmüş ve Kadıköy'e varmayı hedef seçmişti. İşçiler bu kez
Kadıköy’e varmadan İş Bankası şubesi önünde barikat kuran askerleri aştı ve
hiçbir çatışmaya meydan verilmedi. Kurbağalıdere’den ilerleyip Altıyol’u geçen
işçiler de Kadıköy alanına doğru yürüdü. Sol yandaki dar bir sokakta AP ilçe
binasının pleksiglas tabelası kızgın işçilerin taşlarına hedef oldu. Binanın
birkaç camı da kırıldı. Binaya girmeden ilerlediler. Üsküdar yönünden gelen
grup, dörtyol ağzında bir polis müfrezesinin mevzilendiğini gördü. Polisler
makineli tabancalarla donatılmıştı. Toplum polisi yeniden takviye edilmişti.
Genel işçileri durdurmak için polisler hedef gözeterek ateş açtı. İşçilerden
çoğu yaralandı ve arkadaşlarının kolları arasında geri çekilerek hastanelere
taşındı. Polisin açtığı ateş 10 dakika kadar sürdü. Yan sokaklar yaralı işçiler
ve onları kucaklayan yürüyüşçüleri ile dolup taştı. Minibüsler çevrildi ve
yaralılar Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne götürüldü. Polis kurşunu bu kez
işçilerden değil esnaftan birini cansız yere serdi. İşçiler Kadıköy alanına
inmede kararlıydı. Polis kurşunlarına göğüs geren yürüyüşçüler polisi geri
püskürttü… Çekilen polisler yan sokaklarda kendilerine geldiler.
Kadıköy
iskelesi yürüyüşçü işçilerle doldu. İğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık
birikmişti alanda… Tuğgeneral Vahit Üner bir askeri araca çıkarak işçilere
seslendi: “Arkadaşlar beni dinleyin! Yasalara aykırı hareket etmeyin!
Sükunetle dağılın… Hepimiz kardeşiz. Birbirimizle ne almış vermişliğimiz var? Buradaki
Mehmetçikler de sizin kardeşleriniz. Bir çatışma olursa ölenlere yazık
olmayacak mı? Beni iyi dinleyin, dağılın! Haklarınızı biz de arayacağız.”
Bu sırada
Kadıköy Kaymakamlığı'na bağlı polislerden bir grup alandaki yürüyüşlerden
birkaçını tutarak Kadıköy Emniyet Amirliğine doğru yaka paça götürmeye başladı.
Bu tutum, Tuğgeneralin olumlu konuşmasını bir anda tepkiye çevirdi. İşçiler
arkadaşlarını dayaktan ve işkenceden kurtarmak için koşarak Kadıköy Kaymakamlık
binasına girdiler. Tuğgeneral daha yüksek sesle konuşmasını sürdürdü: “Arkadaşlar,
kanun devleti olan bir memlekette yaşıyoruz. Kanunlara uymak zorundayız. Bu
sabahtan beri sizlerle beraberdim. Buraya beraber geldik. Yürüyüşünüz
kanunsuzdur. Ama size engel olmadık. Buraya kadar geldiniz. Haklarınızı
mecliste arayın! Türkiye, işçisiyle, askeriyle, devletiyle tek bir görevdedir. İşçi
bu gövdenin bir koludur. Fabrikalarınıza dönün. Sokağa döküldünüz, yani bir kol,
Türkiye'nin bir kolu kırıldı. El birliğiyle bu konu sağlamlığın beraber
çalışalım…”
Ama emniyet
amirliğine götürülen işçilerin dövüldüğünü gören işçiler bağırıyordu: “Arkadaşlarımızı
dövüyorlar!” İşçiler ellerine geçirdikleri taşları emniyet ailelerinin
bulunduğu kaymakamlık binasına doğru atmaya başladılar. Polis buna ateşle
karşılık verdi. Kendilerine doğru sıkılan kurşun alandaki işçileri daha kızgınlaştırdı
ve büyük bir hışımla kaymakamlığa doğru koştular. Bu sırada kaymakamlık
binasından alevler yükseldi. Binanın arkasında bekleyen askerler hemen binayı
kordon altına aldı. Alanın Üsküdar tarafındaki bölümünde bulunan itfaiye
yangını söndürmek için canavar düdüğünü öttürerek, çanlar çalarak harekete
geçince heyecan son haddini buldu. Bu sesleri duyan Kadıköy halkı dükkânları
kapatarak, pazar yerini boşaltarak kaçışmaya başladı. İtfaiye kampanaları
yaklaşıyor askerin tetikte ve süngü takılmış silahlarının parlayışı havayı daha
da gerginleştiriyordu. İtfaiye kısa sürede yangını söndürdü.
Polisin
tutumu ortalığı savaş alanına çevirmişti. Vilayette toplanan yetkililer, her
dakikada bir, ordu gözlemcilerinden telsizle bilgi alıyordu. Kadıköy'deki durum
duyulunca bütün polis kuvvetlerinin kendi merkezlerine çekilmesi kararı verildi.
Resmi binalara kavşaklara önemli yerlere askeri birlikler yerleştirildi.
Böylece bütün güvenlik görevi, ordu birliklerine devredilmiş oldu. Ordu
birlikleri ateş açmama emri aldı. Yaralılar hastaneye rahatlıkla taşınır oldu.
Ama fısıltı gazetesi yayınını sürdürüyordu: “Duydun mu kardeş? Toplum
polisinin araçlarını işçiler Kurbağalıdere’de cayır cayır yaktı. Yalnız toplum
polisinin değil Ankara asfaltı girişindeki polis Trafik Bürosu da yerle bir
edildi… Ankara asfaltına da Adalet Partililerin benzin istasyonu da tahrip
edildi. Çok fena kardeş çok fena…”, “Kadıköy’de ondan fazla ölü varmış… Yaralıların
sayısı yüzlerin üstünde… Bir polisin başını taşla ezmişler… Birkaç işçi
yerlerde sürünmüş…”
Kadıköy
alanındaki işçiler bir süre daha bekledikten sonra: “İşçi Ordu Elele!”
Diye tempo tutarak dağılmaya başladı. Deniz kuvvetlerine ait motorlar
denizlerde devriye geziyordu. İstanbul Radyosu değişik gruptan kan bağışı
çağrılarını yapıyordu. Olayları izlemeyenler bu kadar kan isteğini duyunca
büyük bir çatışmanın olduğunu sanıyor, konu komşu birbirinden haber almaya
çalışıyordu. Saat 17:00’de Kadıköy'e sessizlik çöktü. İşçiler fabrikalarına
döndüler.