[26 Aralık Uğur (Uluocak)'un doğum günüydü... 11 yaşındayken tanımıştım Uğur'u, 25 yaşına kadar aynı tastan su içtik. Sonraları hayat tercihlerimiz mesafe koymuştu aramıza. 2 Temmuz 2003 tarihinde uzaklardan haberi düştü yüreklere. Sonsuzluğa uçuverdi diye... ]
Selam Uğur;
Sana bu mektubu yazmakta geç kaldım. Aslında konuşacaktık, ama izin vermedin. En son 1 Mayıs’ta görüştüğümüzde karar vermiştim artık, yüzünde ki gülümsemeye güvenmiştim, “tamam zamanı geldi artık” demiştim... O gülümseme hiç yabancı değildi, her zaman vardı yüzünde ama, bu sefer başkaydı, onu tanırım. Az değil, kaç yılımız geçti birlikte, 74’den 87’ye, az değil, 13 yıl olmuş. Hele ki, 80 sonrası... Tarih yazmışız birlikte, ayırt edemez miyim o gülümsemenin anlamını?
Bütün derdim 87’de ki ayrılış şeklimizi sorgulamaktı senle. İkimiz de karar vermek zorundaydık. Ben vermiştim… Sen de vermişsin... Yazık ki o şartlar altında birlikte veremedik o kararı. Yasaktı ve tehlikeliydi o zaman. Ama gene de, bunca yaşanmışlıktan, ortaklıktan sonra daha güzel olabilirdi. En azından, arada bir de olsa dertleşebilir, söyleşebilirdik sonrasında.. Ayşegül’ü yitirdiğimizde yanında olabilirdim, neye yarardı bilmiyorum ama, “üzülme” diyebilirdim, “hayat devam ediyor” diyebilirdim; ya da birlikte ağlaşırdık belki.
Şimdi anılara sığınmak kaldı bana, o kadar çok ki, hangisinden başlasam.... Proust’un psikanalitik tekniği geliyor aklıma... Hatırlar mısın? Hani o ünlü “Yitik Zaman Peşinde”de bir bölüm vardı; adını hatırlamıyorum, kahraman karamelalı bir şekerin tadına bakar, bir anda yıllar öncesine döner. Başlar anlatmaya... Bu şarabı senle konuşurken içeriz diye saklamıştım. “Boğa Kanı”... Senden sonra keşfettim, denedin mi bilmiyorum ama, eminim sen de severdin. Her yerde bulunmuyor. Ankara’dan almıştım.
Ankara yolculuğunu hatırlar mısın? Hani kuşetlide gitmiştik yeni arkadaşlarla birlikte, eskilerin yanına... Şimdilerde onları görüyorum ara sıra. Hep seni konuşuyoruz. Biz bavulların üstünde briç oynamaya oturmuştuk kompartımanda, sen de biraz bizi izleyip uyumuştun, e sabah erken görüşmen vardı herhalde ki uyudun erkenden, onca şamataya rağmen. İyi ki gitmişiz beraber, o yeni arkadaşlar şimdi eski oldular artık. Her biri bir yerdeler, önemli yerdeler. Hepsi de sağlam arkadaşlar hâlâ. Ankara’da ki sohbetlerimizi unutmamışlar; olacak elbette, “gibi” yapmadık ki biz; neysek, ne düşünüyorsak onu yaşadık.”
Lisedeyken biraz ürkektik sana karşı. 12 Eylül çok yeniydi daha o zamanlar, biz de neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Baban emekli astsubay diye biraz çekingen davrandık sana, bir türlü açılamadık önceleri. O zamanlar, emekli askerlere muhbirlik yaptırıyorlardı. Ama ben biliyordum senin sözünün eri olduğunu, iyi ki de açılmışız. Yanılmamışım, kavganın örgütsüz olmayacağını sen zaten biliyordun. Annenin yaptığı o nohutlu, fasulyeli soğuk çorba hala aklımda biliyor musun? Gene içebilseydik keşke birlikte...
26 Aralık 1982 - Uğur'un doğum gününde, evlerinde
Tübitak yarışmasında matematik ödülü aldığında herkes şaşırdı. Genellikle “inek”lere aitti böyle şeyler. Sen okurdun, spor yapardın, tiyatro, sinema eksik olmazdı hayatımızdan. Bir de üstüne okulun parlak çocuğuydun... Tabii ki şaşırdılar, üzüldüler, “ah seni nasıl gözümüzden kaçırdık” diye dertlendiler, bizden olduğunu öğrenince... Bizle dolaştığını farkettiklerinde uyarmışlardı seni ama sen dinlemedin ki; zaten sen aklının sesini, bilimin sözünü dinledin yaşam boyu ve hep o dilden konuştun... O yüzden herkes sevmedi seni, konuştuğunda kimileri rahatsız olurdu, ama sevenlerin hep yanındaydı seni uğurlarken... O kadar çoktuk ki...
Fenerbahçe kulübünde kürek çekerken, tam Kurbağalıdere’nin ağzında teknen kırılmıştı da gömülmüştün ya lağıma bir gün; sonrasında da sarılık olup kırk gün hastanede yatmıştın. Önce üzülmüştük, hatta ben vicdan azabı bile çekmiştim “ben sebep oldum“ diye. Bize geldiğinde evde yoktum da, yağmurda yarım saat bekleyip ıslanmıştın hemen öncesinde. İki gün sonra da hastaneye yatırmışlardı seni. Yanına geldiğimizde serumların arasında gülümsüyordun gene. Kitap istemiştin bizden bir sürü. Kitap yetiştiremez olduk sana. Ne biçim kıskanmıştık sonra, bizim bir yılda okuyamadığımız kitabı bir ayda yutup bitirmiştin. Koskoca Fenerbahçe kulübü, o kırılan teknenin parasını da istemişti senden, hem de Türkiye şampiyonluğuna rağmen, Balkan şampiyonasında ki derecelerine rağmen...
Üniversiteye hazırlık toplantılarımızı hatırlıyorsun değil mi? “Nereyi yazsak?” tartışmaları ciddi politik, teorik tartışmalara dönerdi birden. İkimiz Ankara’da okumayı kafaya koymuştuk, herkesi de ikna etmeye çalışırdık. Sonunda ikimiz İstanbul’da kaldık, diğerleri gitti Ankara’ya. Hadi itiraf edeyim, hiç aklımda olmasa da, İTÜ Makina’yı tercih sırasına yazmama sen sebep oldun, matematiği, fiziği senle sevmiştim. Sınavlarda verdiğin kopyalarla kaç kişi sınıf geçmiştir biliyor musun? Oysa çalışkan öğrenciler öyle kolay kolay kopya vermezler, yakalanırlarsa “kariyer”leri zedelenir diye... Ama sen bencil olmayı beceremedin ki hiç.... Üniversite hazırlık kursuna da gitmemiştin sen. Buna rağmen üniversite de tekrar buluştuğumuzu duyunca çok rahatladım. Yoksa zor olacaktı tek başına...
Ankara grubuyla Kanlıca'dayız - Şubat 1983, Üniversitenin ilk yılları
Gümüşsuyu’na ilk geldiğimiz günü hatırlıyor musun? Sıkıyönetim okulda kantin bile bırakmamıştı. Ama onca kalabalığın içinde, çay ocağının yanında saz çalan “abi” leri görünce sevinmiştik. “Hah tamam, bunlar bizimkiler” demiştik. Ama uzak da durmamız gerekiyordu bir yandan, biz hala liseliydik o zaman. Çekinmemiz boşunaymış, geldiğimizin haberi bizden önce ulaşmış buralara. Görev çoktan bekliyordu bizi. Her gün biriyle geliyordun çay içmeye. Ben hiç beceremedim bu kadar hızlı tanışıp kaynaşmayı, hala da beceremem. İlk tiyatro gezisini üç ay sonra mı örgütlemiştik, tam hatırlamıyorum ama 50 kişiydik AKM’de. Daha o yıl içinde “Dostlar”ın salonunu kapatmıştık bile. O gün tiyatroya gelen arkadaşlar, seni uğurlamaya da geldiler, göğüslerinde senin “çark-çekiç”li gülümsemen de vardı üstelik.
Hasan Hüseyin öldüğünde, duvar gazetesini yeni çıkartmaya başlamıştık. Dekan’dan izin kopartan sendin gene. “Empati” dedikleri bu olsa gerek, dekan bile kıramamıştı seni. “Acıyı Bal Eyledik” de ki “Nehirler Aka Aka”yı koymuştuk panoya... Hani her 1 Mayıs’ta sen okurdun ya bize... Az önce tekrar okudum aynı düzyazı-şiiri. Şimdi daha bir anlamlı benim için:
“Duracaksın, dolacaksın, kemireceksin, oyacaksın, dolaşacaksın, atlayacaksın, aşacaksın, koşacaksın ve varacaksın oraya, diyor nehirler... ... gitmek nehirlerle yanyana gitmek nehirler gibi zor nehirler gibi çetin nehirler gibi umutlu gitmek nehirlerden de öteye oraya taa oraya o büyük kurtuluşa”
O sayı öyle ilgi görmüştü ki, diğer fakültelerden bile duvar gazetesini, Hasan Hüseyin’i okumaya geldi herkes... Hem de askerin gölgesinde. Duvar gazetesinin bu düzeyini korumak için ne çok çaba harcadık; az mı kavga ettik dincisiyle de, sağcısı, solcusuyla da... Sonunda hepsi bize getiriyorlardı yazılarını, çizilerini ve hepsi de yayınlanıyordu yan yana...Gördün mü bilmiyorum ama, bizden sonra da devam etti bu gazete.
Genç Oyuncular - Bir Yürekten Bir Yaşamdan şiir drama gösterisi Şükran Kurdakul ve Zafer Diper'le birlikte
ITÜ’de ki tiyatro kulübüne de birlikte gitmiştik, bir hevesle. Düzen şaklabanlığını görünce ki hayal kırıklığının ardından tiyatro müdavimi arkadaşlardan biri “ya biz de kendi tiyatromuzu yapalım” dediğinde bana baktığını anımsıyorum. “Hadi yapalım” diyordun sen de. Ben zaten hazırdım. Daha o gün grup tamamdı bile. Sunar tiyatrosuna yer istemeye gittiğimizde heyecanlıydık, ama umutluyduk her zaman ki gibi. Yönetmen’in de gözleri parladı konuşmanda ki isteği, kararlılığı ve netliği görünce. Ertesi gün sahnedeydik bile. Biz bir türlü beceremiyorduk dramatik oynamayı, ama iyi şiir okuyordun. “Bir Yürekten, Bir Yaşamdan”ı canlandırırken seni “ciddi adam” olarak tanıyanlar çok şaşırdılar; komik görünüyorduk belki sahnede elele kuş taklidi yaparken; ama kolkola, omuz omuza “Biz ki acılar dönemini ellerimizi kirletmeden geçtik” diye şarkı söylerken herkesin tüyleri diken dikendi.
“Sevgili Doktor”u oynarken herkes şoktaydı. Senin komedi oynayabileceğine kimse inanmıyordu. Başta biz de inanmamıştık, hatta kırık ayağına iğne bile batırmıştık, bağırırken gerçekçi olsun diye. Sonrasında bütün salon gülmekten kırılıyordu. Bunu da başarmıştın. Üstelik, aklımız polisteydi, kaygılıydık, oyun çıkışında bizi de almaya gelebilirlerdi. Boğaziçi’nde toplamaya başlamışlardı bizim arkadaşları; ama salon doluydu ve görev bizi bekliyordu.
Kızıltoprak’ta ki evi hatırlıyorsun değil mi? Ne heyecanlı sohbetlerimiz geçti bekar evinde, geceler boyu, hep birlikte. Biliyorum bana kızardın bazen çok sigara içiyorum diye, belli etmezdin ama ben anlardım. İçkiyi severdim, hala da severim. Sana zorla bir bira içirebilirdik, belki bir kadeh de şarap. O zamanlar da on bin metre koşuyordun, ertesi gün antrenmanın vardı mutlaka. Bana komik gelirdi sporcu disiplini, ama senin disiplinin farklıydı, sen kendinle yarışırdın, diğerleri de senle. Bir de Ballıkayalar’ı anlatırdın hep, ben bir türlü gidememiştim oraya, hala da gitmedim. 23 yaşında çıkamadığım dağlara, 40 yaşında çıkamam da zaten, ama senin arkandan seyirtebilirdim belki.
İTÜ Dağcılık kulübünün ilk toplantılarında da birlikteydik senle. Gözlerin parlıyordu, deneyimli dağcılar Aladağları, Torosları anlattıkça. Ben de hoşlanmıştım çok. Ama iş tırmanmaya gelince benim gözüm korktu, sen en önde gidiyordun, sonra da en yükseğe çıktın zaten, bana da gururlanmak düştü.
Hep işimiz vardı o zamanlar. Zaman yetmiyordu. Günü uzatmanın yollarını arıyorduk hep. Dört saatlik uyku periyodunun insana yetebileceğini tartışıyorduk. Onca emek harcamıştık ki dostlara, birbirimize; değişmenin yolu değiştirmekten geçerdi, biliyorduk. Değişiyorduk günden güne, büyüyorduk farkında olmadan. Ta ki farkında olanlar bizi uyarana kadar. Uluslararası bir konferans sırasında, rehberlik yaptığın ekipteki polis, senin bizim sınıfta okuduğunu öğrenince, muhbirlik yapmayı önerene kadar. Sana öyle şeyler anlatmıştı ki, sanki Türkiye’yi biz yönetiyorduk da farkında değildik. Belli etmemiştin ama korkmuştun biraz, ben de korktum, itiraf ediyorum, ama belli etmedim. Zaten, duygularımızı belli etmemeyi öğrenmiştik; “örnek olmak”, “önde olmak” gerekiyordu, “zayıf görünmemek” gerekiyordu. Örnektik, öndeydik ama hep sıradan biriydik. “Yığınların içinde, yığınlarla birlikte” olmanın anlamı da buydu zaten. Bunu kanıtlamıştık ta. YÖK belasına karşı ilk kez bu kadar kalabalığın Gümüşsuyu’nda toplanması, sonra dalga dalga her yere yayılması rastlantı değildi elbette. Arkasında emek vardı, o emeği hak eden onca insanla paylaşılan onca zaman, dökülen onca dil vardı, hepsinden öteye sen vardın.... Ve üniversiteden atılan binlerce kişi ilk “ek sınav hakkı”nı kazandığında, sevindik içimizden, ama gene belli etmedik.
Ekim 1984 - YÖK'e karşı ilk dilekçe kampanyası İstanbul'dan başlayarak bir hafta içinde tüm Türkiye'ye yayıldı. Meclise telgrafla gönderilen 20.000'i aşkın dilekçe sonrasında, atılan öğrenciler için ilk kez ek sınav hakkı kazanıldı. Tek ders yüzünden üniversiteden atılan binlerce öğrenci okullarına geri döndüler.
Sonraları daha az görüşür olduk, zorunluluktan. Dertliydik, ama konuşamıyorduk, paylaşamıyorduk. Koşullar böyle gerektiriyordu. Aynı dertten muzdariptik. Mekanlarımız aynı olsa da, uzaktık birbirimize ama, aynı yanlışları düzeltmeye çalışıyorduk. Yorucu ve yıpratıcıydı yalnız olmak zorunluluğu. Üstelik sen Ayşegül’ü seviyordun. O da seni çok seviyordu, biliyordum; az dertleşmemiştik onla da. Sana ulaşamadığı için dertliydi o zamanlar. Ama ona anlatmak da zordu, olup bitenleri. “Geçer, azıcık sabır” diyebiliyordum ancak.
Oysa, o sıralar senle paylaşmak istediğim çok şey vardı. Biliyorum sen sloganları sevmezdin ama, onca birikimin sonunda yazdığım bir şiir vardı. Bizi anlatıyordu...
ON YIL SONRA
1. Çoktunuz çocuklar gibi. Çılgın akan bir nehrin hışmında çağıldayan çakıllar gibi. Yılların göz nuruyla büyüttüğü bebesini emziren anacığın sütünden daha beyazdı gülüşünüz. Köylünün en ince hüneriyle boyverttiği asmanın üzümünden daha gövermiş özlemli gözleriniz. Adımlarınız her atımda sarsarken dumankara asfaltları çok uzakta bir çocuğun yüreğinde çarpıyordu.
2. Çoktunuz. Çocuklar kadar çoktunuz. Çokluğunuz çok korkuttu kara burunlu kurtları. Korku kurşun oldu dolarlı bir tüfeğin namlusunda ve onurla, emekle tek bir ağızdan söylenen bir türküyü yarıda keserek, saplandı çırpışıp duran çocuğun yüreğine. Acıyla kıvrandı çocuk, yürek durmadı. Doğruldu yatağında, türkü susmadı. Otuz yedi yerinden delindi şilte; otuz yedi kere büyüterek acıyla çırpınan çocuk yüreği.
3. On yıl sonra, tek yürek yaralı bir tek yürek, bin yüreğe bölünerek on yıl önce kesilmiş bir türküyü söylüyor çekilmiş, çekilmemiş her acıya direnerek.
Konuşabilseydik eğer, bunları anacaktık senle... 16 yıldır sakladıklarımızı konuşacaktık, belki gene kızacaktın bana, ama ben de haklıydım kendimce, sen de kendince... Sadece farklı tercihleri kullandık, özgürce... Değiştirmeyi birlikte öğrenmiştik, değiştirerek değişmeyi birlikte yaşamıştık, insana emek harcamayı, insanca dayanışmayı birlikte yaşamıştık... Biz kırk kişiydik, birbirimizi bilirdik. Bunca yıldan sonra, senin saçların döküldü biraz, bense biraz göbeklendim, ama gözümüzde ki umudun gülümsemesi hiç tükenmedi. Belki konuşacak çok şey yoktu; biz birbirimizi gene biliyorduk, onca yaşanmışlığın hatırı her zaman yüreğimizdeydi. Ama konuşabilseydik eğer, bana seni sorduklarında içim burkulmayacaktı.
Şimdi, gittiğin yerde mutlusun biliyorum, bu yolculuk sana yakıştı. Zirveler sana her zaman yakıştı, ama sen hep “Bizim Uğur”dun. Senden öğreneceklerimiz vardı daha, öğrencilerin olacaktı, insana emek vermeyi öğreneceklerdi, doğayla barışmayı, kendimizle yarışmayı, “zor”a gülümsemeyi, yenilsek de vazgeçmemeyi, yanlışla kavgayı, kararlılığı, doğruyu bulmak için hayatı eşelemeyi öğrenecektik birlikte, ama bizi yarım bıraktın, yalnız bıraktın.
“İyi” adamdın, dostlarının seni uğurlarken söylediği gibi “sıkı” adamdın, “doğru” adamdın, “örnek” adamdın, “iyi bir komünist” oldun, “yeni bir komünist” oldun, ama bizi eksik bıraktın, bizi erken bıraktın...
Yolun açık olsun, uğurlar olsun...
Can Arkadaşın, 21 Temmuz 2003
Sevgili Tanju Duru Uğur'un ardından yapmıştı bu şarkıyı.
Sonra buluştular dağların öte yakasında. İkisi de ışıklarla şimdi.
* Bu yazı 29 Aralık 2013 tarihinde, SOL gazetesi'nin pazar ekinde yayınlandı.
Yaşam kısa ve acımasız ne yazık ki... Yıllarınızı
bir arada geçirdiğiniz, aynı mekanlarda, aynı tatlarla, aynı heyecanlarla
büyüdüğünüz yol arkadaşınızı, can yoldaşınızı yitirmenin acısını tanımlamak
mümkün değil. Yüreğinize taş basmak yetmiyor, içiniz kan ağlıyor,
kurtulamıyorsunuz o acıdan. Dolu dolu yaşanmış, kısa ama kocaman bir ömür bir
anda sonlanıveriyor... Bugüne dek paylaşabildikleriniz, paylaşamadıklarınızın
üzüntüsünü gidermeye yetmiyor.
Daha yeni
yetme bir çocukken, hayatı keşfetmeye birlikte başlamıştık. Ortaokul
yıllarında, önce kitaplarla başladı keşif yolculuğu. Yazılanlar yetmedi insanı
ve doğayı keşfetmeye. O, kimsenin bilmediği insanları, mekanları bizlerle
paylaşmayı kendine görev edindi. Hem de hiç kimseden, kendisi için hiç bir şey
beklemeden.
Hep zoru
seçti. Emek harcamadan kolay kazanılan başarıların peşine düşmedi. Spor
yaparken, başkalarıyla değil, kendisiyle yarıştı. Kürek çekerken, on bin metre
koşarken, otomobille bile göze alamadığımız yolları pedal çevirerek aşarken,
metrelerce derine dalarken, dağların zirvelerine ulaşırken salt heyecan duymak
bencilliğine kapılmadı asla...İnsanın,
dünyayı değiştirme kavgasında önce bilincin, sonra da kendi vücudu ve doğayla
uyumun vazgeçilmezkoşul olduğunu
biliyordu. Hep bilime inandı, yüreğinde ki heyecanı aklının ve bilimin sesiyle
ussallaştırarak paylaştı.
Öğrenciyken
bile her deneyimini, her bilgi kırıntısını zevkle paylaştı. Kuru bir
mühendislik eğitimiyle yetinmedi,zorlu
bir öğretimin içine sanatı da kattı. Tiyatro sahnesinde komedi oynarken
hepimizi şaşırttı. “Ciddi ve sert” görüntünün ardında ki “insan” Uğur’u
gösterdi bizlere. Caz ve türküyü bir arada dinlemenin tadını öğretti. Sanatsız
insan olunamayacağını gösterdi. İnsanı ve toplumu daha iyi anlamak için iktisat
okudu. Bilgi ve deneyimlerini aktarabilmek için öğretim görevlisi oldu. Her
zaman öğrencileri vardı.
Montaigne’in “gençlik
bilebilseydi, yaşlılık yapabilseydi” deyişini birlikte öğrenmiştik. O,
gençken bilebilmeyi, yaşlıyken yapabilmeyi istedi hep. Şair Hasan Hüseyin’in “nehirler
aka aka” şiirinde ki dizeler yaşamı değiştirme kavgasında yolunu ışıttı:
Kısacık bir yaşama onca işi sığdırabilmek herkesin
harcı değil. Ancak, “Bizim Uğur” gibi değişmeyi, insana emek harcayarak,
değiştirerek değişmeyi göze alabilenler başarabilir bunu. Zirveler ona her zaman yakıştı, ama hep
“Bizim Uğur” oldu. Ondan öğreneceklerimiz vardı daha, öğrencileri olacaktı,
insana emek vermeyi öğreneceklerdi, doğayla barışmayı, kendimizle yarışmayı,
“zor”a gülümsemeyi, yenilsek de vazgeçmemeyi, yanlışla kavgayı, kararlılığı,
doğruyu bulmak için hayatı eşelemeyi öğrenecektik birlikte, ama bizi yarım
bıraktı, yalnız bıraktı.
“Bizim Uğur”u tanımanın, onunla paylaşmanın gururunu
bıraktı.