17 Kasım 2013 Pazar

İstanbul’un fethi ve kelebek etkisi

(Bu yazı, 18.11.2013 tarihinde, Radikal Blog sitesinde de yayınlandı: http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/istanbulun-fethi-ve-kelebek-etkisi-39834 )


II. Sultan Mehmet, kısaca Fatih, 1453’de Doğu Roma’nın başkenti ve o tarihte tüm Avrupa’nın ticaret ve kültür merkezi  kabul edilen Konstantinopolis’i  Memalik-i  Osmaniye’ye dahil ettiğinde, yaratacağı etkinin tüm dünyayı ve tarihi değiştireceğinden habersizdi eminim. Fatih’in en büyük motivasyonunun, Hz. Muhammed tarafından buyurulmuş “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur” hadisi olduğu genel kabul görse de, esas kaygının Osmanlı saltanatını  var eden fetih ekonomisinin sürdürülebilirliği olduğu kuşku götürmez.

Doğu Roma’nın Konstantiniyye’si , Osmanlı’nın pay-i tahtına dönüşürken, Bizans âlimleri de Avrupa’nın Akdeniz kıyılarına yerleşmeye başlar… Sonrası mâlum: coğrafi keşifler, rönesans ve reform,  Avrupa’nın Orta çağın skolastik karanlığından kurtulduğu aydınlanma dönemi, giderek  yeni keşifler, sanayi devrimi,  feodalizmin kapitalizme, devamında emperyalizme evrimi; sonrasında ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist devrimler, ulus devletler devri  ve  nihayet küresel kapitalizm çağı…  Yani kıssadan hisse, İstanbul’un fethiyle Bizans’tan uçan kelebeğin kanatları öyle bir rüzgar yaratmış ki, 500 yıldan fazladır devam ediyor o rüzgarın insanlık tarihindeki etkisi.

Konstaniyye’den bugüne kalan 5 asırlık kültür mirasını son 10 yılda sata sata bitiremedi bugünün egemenleri. Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı, bir kültür cennetini rant ve talan cehennemine çevirdi. Fatih’in Osmanlı başkenti, cumhuriyetin başkentinde oturanların elinde betona gömüldü. Parsel parsel satıla satıla bitmeyen, derya deniz bir rant kentine dönüştü şehir ve giderek de iktidarın varlık nedeni oldu. Caddeler, kent içi boş araziler kesmedi, mahalleler, o da yetmedi son kalan ormanlar da çoktan satışa çıktı bile.

Fatih, Bizans’tan devraldığı bir kentin tarihten gelen o müthiş zenginliğini, kültürünü yaşatmanın bir sorumluluk olduğunun farkındaydı sonuna kadar. Osmanlı için her toprak parçası, içinde yaşayan tüm zenginliğiyle mülktü zaten ve o mülkün en küçük parçasını bile korumak için kocaman bir ordu besleniyordu. Bugün kendini Osmanlı torunu sayanların, ellerinde tuttukları her karış toprağı, küresel sermayeye peşkeş çekmesi “ne yaman bir çelişki” gibi görünse de, dervişin zikrine bakarak fikrinin ne olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek kalmamakta.

Yıllar önce ülkenin bütün dereleri, suları satılarak başlamıştı talan. Gerekçesi de dillerinde “memleketin suları boşa akıyor” oldu. Köylerde, dağlarda, çayırlarda herkesin suyu, aslında doğanın can damarları tek merkezden HES arsızlarına pazarlanırken, sırça kentlerimizde kimsenin gıkı çıkmıyordu ama, derelerin gerçek sahipleri köylüler, gasp edilen gelecekleri için kurtuluş savaşı veriyorlardı Anadolu’nun dört bir yanında. Daha o günlerde, “dünyanın hiçbir yerinde sular boşa akmaz, denizlere, göllere akar ve geçtikleri, ulaştıkları her yerde doğaya can verirler” diyen vicdanın, gerçeğin sesini dillendiren bilim insanlarını duymamazlıktan, görmemezlikten, tanımamazlıktan geliyordu “beyaz” kentlilik; çünkü ona henüz dokunmayan yılan yaşayabilirdi kendi bildiğince…

Ta ki, bardağı taşıran son damla, Konstantiniyye’nin ortasında son kalan yeşilimsi toprak parçasına sıra gelinceye kadar. Ama sabır taşı çatladı. O güne kadar, o her şeyi bilen merkezin “yeme, içme, sevişme, konuşma, yürüme, doğur, sus, çalış, itaat et” talimatlarını nicedir içine sindirdiği sanılan, gene aynı merkezce gönülleri kendilerince fethedildiği sanılan ahali, bir gece ansızın doluşuverdi kentin merkezinde son kalan yeşilimsi toprak parçasının etrafına. Yıllardır Anadolu’nun dillendirdiği “yetti gâri” sloganına bu sefer kentli sahip çıktı, “bu daha başlangıç” diyerek.

Daha gün o gün değilmiş” demek, zaten “derlenip dürülmemişti” de bayraklar. Uzakta da değildi “çakalların uluması”, mahallemizdeydi ve artık “hürriyet kavgası”nın vakti çoktan gelmiş de geçiyordu bile. Bu isyanı bastırmanın ve o dokunulmaz “istikrâr”ın bekâası için tek yol vardı: şiddetle sindirmek. Biber gazı yetmedi basınçlı su, cop yetmedi gerçek mermi ama hiçbiri kesmedi yükselen öfkeyi bastırmaya. Üç beş ağaç değildi elbette mesele, ana-babalarının bile özgürlüklerine karış(a)madığı bir neslin, merkezdeki erke “hadi ordan, sen de kimsin” nidasıydı yükselen “direne direne kazanacağız” sloganının içeriğinde. 

Tıpkı Fatih’in gemileri karadan yürüterek Bizans ordusunu ters köşeye yatırması gibi, Gezi isyanı iktidarın da, meclis içindeki ve dışındaki muhalefetin de ezberlerini bozdu. Devlet eliyle şiddet işe yaramayınca, iktidar neye uğradığını şaşırdı, muhalefet de sokaktan gelen bu enerjiyi gücümüze nasıl katarız hesabına düştü ama aradan 6 ay geçmiş olmasına rağmen, öyle anlaşılıyor ki herkes kendince bildiğini okumaya devam ediyor.

Oysa siyaseten birbirinden çok farklı eğilimlere sahip, çoğunluğu mevcut siyasi ve ekonomik sistemden umudunu kesmiş, sadece gücü elinde olan iktidardakilerle değil, doğrudan “güç” ve “iktidar” kavramlarıyla derdi olan, hayatın güçlü olana minnet duymakla değil  ancak emek ürünü özgürleşmeyle sürdürülebilir olduğunu bilen, derdi özgür, eşit ve barış içinde bir gelecek olan, sayıları milyonları bulan, tepeden tırnağa insan, beğenseniz de beğenmeseniz de kızlı-erkekli genç-yaşlı ışıl ışıl aydınlık bir nüfus bu ülkenin geleceğini belirleyecek.

Önümüzde, gelecek yıl yerel seçimlerle başlayacak olan ve 2 yılda tüm ülke yönetimini belirleyecek yeni bir seçim dönemi var. Şimdilerde bu seçimlerde iddia sahibi tüm örgütlü siyasetçiler gezi isyanında sokaklara çıkan, çıkamayan, hamaset değil bal gibi siyaset yapan bu “yurttaş”ların rüzgarını arkasına almak hesabında… Ama heyhât! İstanbul 500 yıl sonra yeniden fethedildi, bu fethin rüzgarı kelebeğin kanatlarında tüm ülkeyi hatta dünyayı dolaşıyor. Bu rüzgara direnenler birer birer eriyip gidecekler pek yakında. Hâlâ eski kafalarla, bildik ezberlerle, hamasî söylemlerle siyaset yapmaya kalkışanlar, kerâmeti kendinden menkûl isimlerle üç-beş oy daha çalma hesabında olanlar önümüzdeki seçimlerde gezi ruhunun gazabına uğrayacaklar.

Önümüzdeki yerel seçimler yaklaştıkça gündem bildik partilerin büyükşehir belediye başkan adaylarıyla dolup taşıyor; görünen o ki “boş tencere boş tava, hâlâ ısrarla hep aynı hava”… Merkez partilerin aday adayı kefesinde gene bildik isimler var. Sanki bugüne dek kentteki her sineğin kanadından yağ çıkartarak rant üretip, kentin sahip olduğu bütün değerleri para babalarına peşkeş çekmenin dışında, kent hakkı, kentli özgürlüğü adına tek bir adım atmışlar gibi “geçmişimiz geleceğimizin teminatıdır” edebiyatı yapmaktalar. Elbette ki en büyük korkuları da, sokakları kendilerine dar eden Gezi isyanının kahramanlarının yarattığı etki alanının kendilerince cepte gördükleri oy deposuna ulaşması; yani Gezi’nin kelebek etkisi.

Türkiye’de son yılların seçim istatistikleri, (sadece oy oranları değil, oy sayıları) doğru incelenirse çok dikkat çekici sonuçlar göze çarpıyor. Gerçekte seçmen yaşında olmasına rağmen seçmen kaydı olmayanlar, seçmen kaydı olup da seçime katılmayanlar, seçime katılıp da geçersiz oy verenler ve oy kullanıp da siyaseten merkezde durmayan ama görece sistem karşıtı partilerden yana tercih kullanan oyların toplamına bakılırsa, neredeyse ana muhalefetin aldığı toplam oya yakın bir nüfusun oyunun sandığa ve seçimlere etkisinin olmadığı görünüyor; buna rağmen de demokratik sıfatıyla tanımlanan bir seçim sonucuyla yönetiliyor hem ülke, hem de kentler. Elbette bu yansımama durumu hakkında pek çok spekülatif tahmin yürütülebilir ama genel eğilimlere azıcık aşina olanlar gerçekliği rahatlıkla sezebilirler; seçimlerin fiili sonuçlarına yansımayan bu etkisiz oy potansiyeli ağırlıklı olarak mevcut statükodan ve onun siyasetinden herhangi bir beklentisi olmayan bir kitleden oluşuyor. Gezi isyanı sırasında sokakları dolduranlar ve isyanın en güçlü alanı olan sosyal medya katılımcıları arasında yapılan anketler de, isyanın en hareketli kitlesinin, işte bu mevcut sistemden ve statükodan herhangi bir beklentisi olmayan, geleceğe dair bir değişim ve özgür bir gelecek beklentisi olmayan kitleyle çakıştığını gösteriyor.

İşte sistemin bekçileri tarafından “marjinal” olarak nitelenen bu çapulcular aslında öylesine çoklar ve daha da önemlisi bu çokluğun tek bir hedefte birleştiğinde yaratabileceği “aura” ya da etki alanı o kadar büyük ve güçlü ki; ‘olur a bir gün birileri bu gücün farkına varır da’ korkusuyla, rantiye sisteminin bekçileri sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki özgürlükleri için sokakları dolduran milyonlar bu istemlerinden korkup vazgeçmişler gibi davranıyorlar. “Ya tutarsa” diye düşünüldüğünde ne âlâ! “Eski tas eski hamam” havasında aynı derede daha defalarca yıkanırız, bu kentleri de kentlilere cehennem etmeye devam ederiz nasıl olsa beklentisindeler.

Peki ya tutmazsa! Ya bu statik potansiyel oy deposu, hiç beklenmedik bir yerden, isyanın içinden çıkan adaylarda birleşirse… Örneğin, içinde onlarca mimar, mühendis, şehir plancısı, doktor, sendikacı, uzman, öğretim üyesi olan, Gezi isyanın çevresinde kenetlendiği Taksim Dayanışması’nın içinden çıkan, bugüne kadar üstüne siyasetin çamuru sıçramamış, rantiyenin batağına saplanmamış, sözüyle ağır, tavrıyla evimizden biri, hakkında tek kelimeyle “insan” denebilecek bir belediye başkan adayı çıkarsa… Arkasına Gezi ruhunun rüzgarını alan böyle bir belediye başkan adayı, bugüne dek sistemin dışında duran oy potansiyelini harekete geçirdiği anda, görevi rantiyeci statükonun bekâası olan adaylar arasından sıyrılıp çıkamasa bile, rüzgarının yaratacağı kelebek etkisiyle, tıpkı Konstantiniyye’nin  fethinin yarattığı etki gibi, yakın gelecekte hem Türkiye’de, hem bölgede, hem de dünyada yeni bir çağın, “insanın özgürleşmesi çağının" başlangıcını yaratabilir…

Ya tutarsa… “İşte o an yer yerinden oynar”… 


CAN ÇINAR - 17 Kasım 2013, İstanbul





17 Ekim 2013 Perşembe

ELLİ NE Kİ?



Elli ne ki, sonsuzun ortasında;
aslı, asrın ufak bir yarısı…
Geride kalan; koca bir dün,
miras değil ödünç bugün.

İki yudum sevgi, çağıldayan,
çıkarsız, insana, insanca…
Birikmiş kocaman bir öfke
onursuz yalanlara,
utanmazca talana.

Allı güllü bir sevdayı
büyütüp dünden bugüne,
katışıp dostluğa
taşımak yarına…
İyi ki…

Elli ne ki?


CAN ÇINAR, 17 Ekim 2013




21 Temmuz 2013 Pazar

Cin şişeden çoktan çıkmış

Bugün değişik bir gündü...



Beyoğlu'nda İstiklal caddesi ve ara sokaklarında neredeyse 2 yıldan beri süregelen, Beyoğlu Belediyesi'nin sokaklara masa sandalye koyma yasağına karşı, Beyoğlu esnafı kendi örgütlülüğü BEYDER bünyesinde bir protesto yürüyüşü yapacaktı İstiklal caddesinde... 


Daha bir kaç gün önce hükümet ve borazanları aracılığıyla, Beyoğlu esnafının üzerine kışkırtıldığı Taksim Dayanışması, 50 gündür süren Taksim ve Gezi direnişiyle birlikte gelenekselleşen hafta sonu yürüyüşünü de BEYDER'in protesto eylemine destek vererek gerçekleştirecekti...



BDP ise, AKP hükümetinin mangalda kül bırakmadığı barış sürecine dair, gene hükümetin bir adım ileri, iki adım geri giden ikircikli politikalarına karşı "hükümet adım at" demek için aynı saatlerde milletvekilleriyle birlikte Galatasaray meydanındaydı...

İşte 50 gündür birilerinin birbirine düşman etmeye çabaladığı, her fırsatta birbirine karşı kışkırttığı ama doğaları gereği barış, demokrasi, eşitlik ve özgürlük ekseninde buluşan kitleler, bugün İstiklal caddesinde buluştular ve sloganları birbirine karışarak, BİRLİKTE YÜRÜDÜLER...


"Her yer Taksim, her yer direniş" derken, "Her yer Lice, her yer direniş" e dönüştü; polisin yanından geçerken "Sık bakalım, sık bakalım biber gazı sık bakalım, kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım" derken, "Yaşasın halkların kardeşliği"ne dönüştü ortak ses... "Hepimiz Ali'yiz, öldürmekle bitmeyiz" derken, polise "simit sat, onurlu yaşa" sloganı da hatırlatıldı, doğal olarak... 


...ve bütün bunların sonrasında, Tünel'e kadar, BDP'li kitlenin de katılımıyla hep BİRLİKTE yüründü, polisin caddeyi kestiği noktada, esnafın ellerinde taşıdığı masa sandalyeler eşliğinde, basın açıklaması yapıldı ve sonrasında eylem sonlandırıldı. Ne polise karşı fiziksel bir müdahale oldu, ne de polisin müdahale etmesi için bir bahanesi vardı. Bütün niyetler barış ve birliktelikle boşa çıkarılmış oldu...

Tünele doğru Toma barikatı.
Evet... Cin şişeden çoktan çıktı... Artık kimsenin gücü yetmeyecek o cini yeniden şişeye sokmaya... Artık Türkiye'de hiç bir şey eskisi gibi olmayacak... Bugün yaşananlar bunun en güzel müjdecisiydi...


Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul / Bekle bizi / Sen bize lâyıksın.


Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri

Bugün çok güzel bir gündü...




Can ÇINAR - 21 Temmuz 2013

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Eğer TMMOB yoksa...


Eğer TMMOB yoksa;

- Evinizde, işyerinizde ya da gittiğiniz herhangi bir yerde bindiğiniz asansörün halatının ne zaman kopup düşeceğinizi;
- Bindiğiniz ya da yolda yanından geçtiğiniz taksinin bagajındaki LPG tankının ne zaman patlayacağını;
- Oturduğunuz ya da misafir gittiğiniz evin hangi şiddette bir depremde yıkılabileceğini;
- Önümüzde ki birkaç gün ya da yıl içinde ülkenin neresinde bir deprem olabileceğini ve o depremin size, evinize ya da komşularınıza ne kadar hasar verebileceğini;
- Evlerinizde ki doğal gaz ya da kalorifer tesisatının ne zaman kaçak yapmaya başlayacağını;
- Çalıştığınız fabrikada ya da işyerlerinde kullanılan basınçlı kapların, tüplerin ne zaman patlayacağını, vinçlerin halatlarının ne zaman kopacağını;

B - İ - L - E - M - E - Z - S - İ - N - İ - Z !



Bunlara benzer, hayatımızda her gün karşı karşıya olduğumuz onlarca, yüzlerce örnek daha sıralanabilir elbette… Bugüne kadar, çevremizde olup biten ve hayatımızın içinde ki yaşamsal riskleri, objektif ve bilimsel kriterlere göre değerlendiren kurum TMMOB’du. 


Artık değil



Bir gecelik bir operasyonla, bir yasayla tüm bu bağımsız denetim yetkilerini TMMOB’un elinden aldı hükümet… Artık, müteahhit cenneti Türkiye’de, herkes hiç bir denetime takılmadan istediği tehlikeyi üretecek, işine gelmeyen önlemi almayacak ve bizler her gün, her gittiğimiz yerde, “başımıza nereden bir felaket gelecek?” diye bekliyor olacağız.




10 Temmuz 2013 - Kadıköy 






5 Temmuz 2013 Cuma

AİDİYET ve AYRIŞ(tır)MA sorunsalı...

(Bu yazı, GEZİ destanı sonrasında oluşan park forumlarından biri olan, Yoğurtçu parkı forumunda gelişen ayrıştırıcı polemikler hakkında, 'Diren Kadıköy' sayfasında yayınlanmak üzere yazılmıştır.)

Kadıköy’ün Değerli Gezi’ci Dostlarına

Son günlerde Yoğurtçu forumunda ve ‘Diren Kadıköy’ sayfasında gelişen yararsız polemiklerle ilgili benim de birkaç kelamım olacak :

Gerek bu sayfada, gerek Gezi direnişi boyunca Taksim’de özveriyle, gecesini gündüzüne katan, gerekse de park forumlarına katılan tüm dostlar arasında siyasi parti ya da örgütlere, sivil toplum kuruluşlarına, odalara, sendikalara, derneklere, hayır kurumlarına üye pek çok dostumuz var. Her birinin o örgütlülükler içinde özverili çabalarına da, insanlık için, toplum için değerli bir şeyler kattıkları sürece saygım sonsuz; aynı şekilde, şu ya da bu nedenle, ama mutlaka da kendilerince de haklı nedenlerle, herhangi bir örgütlülük içinde olmadan, sadece kendileri olarak bu dayanışmanın içinde olan  tüm dostlara da ‘birey’ olarak varlıkları için, Gezi destanına ve sonrasında ki park forumlarına kattıkları her şey için de sonsuz teşekkür etmek zorundayız…

Aidiyet hissi güzeldir, insanı yalnız olmaktan kurtarır. Bizim gibi düşünen, yaşayan dostlarla ortak bir gruba dahil olmak, küçüklüğümüzden beri hep aradığımız, bizi tamamlayacağını düşündüğümüz doğal bir ihtiyaçtır. Ancak her aidiyet aynı zamanda bir ayrışmayı da getirir, hepimizi diğerlerinden ötekileştirir ve farklılaştırır. Ait olduğumuz grupların bayrak ya da flamaları da ayrışmanın, farklılaşmanın, farklı olduğunu belirtmenin sembolleri değil midir?  

31 Mayıs gecesinden bu yana, önce İstanbul’un dört bir yanından başlayan, sonra da ülkenin dört bir yanına yayılan direnişin aidiyetini tartışmaya bile gerek olduğunu sanmıyorum. Taksim Dayanışması’nın inisyatifi altında bir araya gelen, birbirinden çok farklı örgütlülükler, gene birbirlerine tutunarak sadece Türkiye tarihinde değil, dünya tarihinde bile az rastlanır bir destan yarattılar. Bu güne kadar hiçbir ‘aidiyet’ bunu “tek başına” sahiplen(e)medi. Bu müthiş destanın sahipleri bir araya gelebilmeyi başaran, hiç kimseyi ötekileştirmeyen, sadece insani değerlerle yola çıkarak iktidar baskısı ve şiddetine canı pahasına karşı duran örgütlü ya da örgütsüz herkesti(r). Hepimizi, bütün farklılıklarımıza ve aidiyetlerimize rağmen biraraya getiren ortak öfkemiz, birlikte mücadeleyi sağlayan da doğduğumuz günden bugüne kadar öğrendiğimiz insani erdemlerimize, değerlerimize sahip çıkma ve geleceğimizi karanlıktan kurtarma kararlılığımız oldu; hem de bütün ayrılıklarımıza rağmen ayrımcılıktan uzak durarak…

Bugün gelinen görece sükunet aşamasında, birilerinin sotada yatıp, varolan aidiyetleri kurcalayarak ayrımcılık diliyle bu dayanışmayı parçalamak eğilimi, direnişi zayıflatıp sonlandırmak için çok akıllıca(!) görünüyor. Polis şiddetinin, medya manipülasyonlarının, internet dezenformasyonunun yapamadığını bu yöntem pekâlâ sağlayabilir. Bunu becermek için de bayrakları, kahramanlıkları, dokunulmaz sembolleri öne çıkartıp, “öteki”lerin hassas olduğu yaraları kaşımaktan daha iyi bir yol var mı? 

İktidarın Taksim’e müdahale gerekçesi meydandaki “bez parçaları(!)”nı temizlemekti; çünkü ancak bu gerekçeyle kendi şiddetini kamuoyunda, halkın gözünde meşrulaştırabildiğini biliyordu, kendince, çok da güzel kullandı bunu. Gezi destanının eski kafalarda yarattığı en güzel etki, bence bildiklerimizin, bellediklerimizin, ezberlerimizin bozulması oldu. Ayrımcılıktan ve ötekileştirmekten uzak durmayı, insanı insan olarak sevmeyi, farklı olan(lar)la yanyana durabilmeyi becerebildikçe, nefretin değil, sevginin diliyle konuşmaya, dinlemeye tahammül etmeye ve birbirimizden öğrenmeye başladık. Bugüne kadar ‘politika’ diye bellediklerimizin aslında kahramanlar ve kahramanlıklar üzerinden yapılan ‘hamaset’ olduğunu, gerçekte ‘siyaset’ kavramının anlamının hayatın ta kendisi olduğunu anlamaya başladık. Bizim gibi eski kafalıların, ‘apolitik’ diye beğenmediğimiz, tukaka ettiğimiz gençliğin nasıl hayata sahip çıktığını ve kendi gelecekleri için nasıl direndiklerini ve nasıl kazandıklarını görüyoruz, yaşıyoruz. 

Bence, Gezi destanından doğru dersleri çıkartamayan, hâlâ eskiden belledikleriyle aynı derede defalarca yıkanmaya çalışanlar, aidiyetleri ne olursa olsun, bu ülkenin geleceğinde varolamayacaklar. Bunu anlayabilmek için bir süre ezberlerimizi unutup, bildiklerimizi başkalarına illâ ki belletmek yerine, azıcık sükunetle farklılıkları dinlemeyi becermek yeterli, kanımca…  


CAN ÇINAR – 5 Temmuz 2013

GEZİ Parkından - 5 Haziran 2013

29 Mayıs 2013 Çarşamba

GEZİ'ye girerken...

80’li yıllarda biz gençtik. Sözcüğün tam anlamıyla “genç”tik. Heyecanlıydık, yerimizde duramazdık, önümüzde sınırları olmayan bir gelecek vardı; hayallerimiz, umutlarımız vardı. Dostlarla her biraraya geldiğimizde hayallerimizi yarıştırmakla geçerdi günlerimiz, çünkü o hayalleri gerçekleştirmeye inancımız tamdı, umudumuz o kadar pervasızdı ki, her gece İspanya’da şatolar kurardık.

Aynı günlerde, tepemizde sallanan kılıçlar vardı. Her geçen gün, her geçen yıl o umutların üstüne basa basa yok eden asker postallarının arasında, fıldır fıldır dönerek küpünü dolduran sivil giysili muhteris iktidar heveslilerini görünce onursuzluklarından biz utanırdık. Sonrasında aymazlık, utanmazlık ve pervasızlığın bu kadar meşrulaşabileceğini, bu kadar onay görebileceğini ve zamanla adının “işbilirlik” olabileceğini hiç düşünemedik; çünkü bizden çok daha önce, yıllar önce Nazım Usta öyle güzel tanımlamıştı ki bu insanlık ve vicdan düşmanını : 


     Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
     akar suyun, 
     meyve çağında ağacın, 
     serpilip gelişen hayatın düşmanı. 
     …
     Bursada havlucu Recebe, 
     Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman, 
     fakir-köylü Hatçe kadına, 
     ırgat Süleymana düşman, 
     sana düşman, bana düşman, 
     düşünen insana düşman, 
     vatan ki bu insanların evidir, 
     sevgilim, onlar vatana düşman...
     …
     Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına : 
     - çürüyen diş, dökülen et -, 
     bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler. 
     Ve elbette ki, sevgilim, elbet, 
     dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, 
     dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla 
     bu güzelim memlekette hürriyet...


Yaşanan onca rezilliğin içinde, ustanın bu dizelerini okudukça, söyledikçe, paylaştıkça geleceğe dair umutlarımızı büyüttük, yeşerttik.

…Geldik bugüne…

İşte o yıllarda, asker postallarının arasında palazlanan muhterisler bugün o postalları ayaklarına giydiler ve gördükleri her umut kırıntısına saldırıyorlar; 
çünkü onlar için de kendilerinden başkasına yaşama hakkı yok,
çünkü onlar da kendileri gibi düşünmeyen herkese düşmanlar,

     çünkü ölüm vurdu damgasına alınlarına :
     - çürüyen diş, dökülen et -,  
     bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler. 
     …Ve elbette 
     dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle 
     bu güzelim memlekette hürriyet…


Çünkü hâlâ vicdan var, hâlâ umut var…





20 Mart 2013 Çarşamba

21 Mart, Eşitlik, Denge ve Nevruz

Bugün, #21Mart, önemli bir gün... Adına ne derseniz deyin, aslında #EŞİTLİK ve #DENGE'nin günü... Bugün, "dünyanın ekliptik düzleminin göksel ekvatorla kesişmesiyle kuzey yarım kürede ilkbahar ekinoksu oluşur. Her iki yarım kürede de gece ve gündüz eşit olur." Yani bütün bir yıl boyunca, 364 gün boyunca bütün gezegen ve doğa bugüne, bu dengeye, bu eşitliğe ulaşmak için uğraşıyor. Sonunda yılda iki gün de olsa başarıyor...

Bu bilgi elbette yeni bir bilgi değil, ta 3000 yıl öncesinden, (bize göre) doğudan geliyor... Perslerin ilk hükümdarlarına, Orta Asya Türklerinin Ergenekon destanlarına kadar gidiyor. Anadolu'da, Orta Asya'da, Mezopotamya'da, Kafkaslar'da hep bayram olmuş, hatta yeni yılın ilk günü sayılmış 21 Mart, 3000 yıldan fazladır. Farklı farklı adlar verilmiş: "Noruz, Navrız, Newroz, Naurus, Ergenekon, Bozkurt, Nevruz-i Sultani, Sultan Nevruz, Mart Dokuzu, Mart Bozumu” gibi. Kırım Türkleri “Navrez”, Gündönümü, Batı Trakya Türkleri “Mevris”, Makedonya ve Kosova Türkleri “Sultanı Navrız” ve Gagavuzlar “İlkyaz Bayramı” veya “Baba Marta” demişler."

İşte bu eşitlik, denge ve uyum sayesinde doğa huzuru buluyor ve uyanıyor, yenileniyor. Bizlere de sadece ve sadece günün tadını çıkartmak kalıyor. Eşitlik ve denge içinde bir hayat, huzur dolu, yepyeni ve her günü bayram gibi bir bahar olsun... Sadece bir gün değil, her gün, hep birlikte tadını çıkartalım özlediğimiz bir hayatın...

#YaşasınEşitlik🌺
#YaşasınDenge
#YaşasınHayat🕊
#YaşasınNevroz🔥
#NewrozPirozBe🌈