(Bu yazı, 18.11.2013 tarihinde, Radikal Blog sitesinde de yayınlandı: http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/istanbulun-fethi-ve-kelebek-etkisi-39834 )
II. Sultan Mehmet, kısaca Fatih, 1453’de Doğu Roma’nın başkenti ve o tarihte tüm Avrupa’nın ticaret ve kültür merkezi kabul edilen Konstantinopolis’i Memalik-i Osmaniye’ye dahil ettiğinde, yaratacağı etkinin tüm dünyayı ve tarihi değiştireceğinden habersizdi eminim. Fatih’in en büyük motivasyonunun, Hz. Muhammed tarafından buyurulmuş “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur” hadisi olduğu genel kabul görse de, esas kaygının Osmanlı saltanatını var eden fetih ekonomisinin sürdürülebilirliği olduğu kuşku götürmez.
Doğu Roma’nın Konstantiniyye’si , Osmanlı’nın pay-i tahtına dönüşürken, Bizans âlimleri de Avrupa’nın Akdeniz kıyılarına yerleşmeye başlar… Sonrası mâlum: coğrafi keşifler, rönesans ve reform, Avrupa’nın Orta çağın skolastik karanlığından kurtulduğu aydınlanma dönemi, giderek yeni keşifler, sanayi devrimi, feodalizmin kapitalizme, devamında emperyalizme evrimi; sonrasında ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist devrimler, ulus devletler devri ve nihayet küresel kapitalizm çağı… Yani kıssadan hisse, İstanbul’un fethiyle Bizans’tan uçan kelebeğin kanatları öyle bir rüzgar yaratmış ki, 500 yıldan fazladır devam ediyor o rüzgarın insanlık tarihindeki etkisi.
Konstaniyye’den bugüne kalan 5 asırlık kültür mirasını son 10 yılda sata sata bitiremedi bugünün egemenleri. Osmanlı’nın Bizans’tan devraldığı, bir kültür cennetini rant ve talan cehennemine çevirdi. Fatih’in Osmanlı başkenti, cumhuriyetin başkentinde oturanların elinde betona gömüldü. Parsel parsel satıla satıla bitmeyen, derya deniz bir rant kentine dönüştü şehir ve giderek de iktidarın varlık nedeni oldu. Caddeler, kent içi boş araziler kesmedi, mahalleler, o da yetmedi son kalan ormanlar da çoktan satışa çıktı bile.
Fatih, Bizans’tan devraldığı bir kentin tarihten gelen o müthiş zenginliğini, kültürünü yaşatmanın bir sorumluluk olduğunun farkındaydı sonuna kadar. Osmanlı için her toprak parçası, içinde yaşayan tüm zenginliğiyle mülktü zaten ve o mülkün en küçük parçasını bile korumak için kocaman bir ordu besleniyordu. Bugün kendini Osmanlı torunu sayanların, ellerinde tuttukları her karış toprağı, küresel sermayeye peşkeş çekmesi “ne yaman bir çelişki” gibi görünse de, dervişin zikrine bakarak fikrinin ne olduğunu anlamak için âlim olmaya gerek kalmamakta.
Yıllar önce ülkenin bütün dereleri, suları satılarak başlamıştı talan. Gerekçesi de dillerinde “memleketin suları boşa akıyor” oldu. Köylerde, dağlarda, çayırlarda herkesin suyu, aslında doğanın can damarları tek merkezden HES arsızlarına pazarlanırken, sırça kentlerimizde kimsenin gıkı çıkmıyordu ama, derelerin gerçek sahipleri köylüler, gasp edilen gelecekleri için kurtuluş savaşı veriyorlardı Anadolu’nun dört bir yanında. Daha o günlerde, “dünyanın hiçbir yerinde sular boşa akmaz, denizlere, göllere akar ve geçtikleri, ulaştıkları her yerde doğaya can verirler” diyen vicdanın, gerçeğin sesini dillendiren bilim insanlarını duymamazlıktan, görmemezlikten, tanımamazlıktan geliyordu “beyaz” kentlilik; çünkü ona henüz dokunmayan yılan yaşayabilirdi kendi bildiğince…
Ta ki, bardağı taşıran son damla, Konstantiniyye’nin ortasında son kalan yeşilimsi toprak parçasına sıra gelinceye kadar. Ama sabır taşı çatladı. O güne kadar, o her şeyi bilen merkezin “yeme, içme, sevişme, konuşma, yürüme, doğur, sus, çalış, itaat et” talimatlarını nicedir içine sindirdiği sanılan, gene aynı merkezce gönülleri kendilerince fethedildiği sanılan ahali, bir gece ansızın doluşuverdi kentin merkezinde son kalan yeşilimsi toprak parçasının etrafına. Yıllardır Anadolu’nun dillendirdiği “yetti gâri” sloganına bu sefer kentli sahip çıktı, “bu daha başlangıç” diyerek.
“Daha gün o gün değilmiş” demek, zaten “derlenip dürülmemişti” de bayraklar. Uzakta da değildi “çakalların uluması”, mahallemizdeydi ve artık “hürriyet kavgası”nın vakti çoktan gelmiş de geçiyordu bile. Bu isyanı bastırmanın ve o dokunulmaz “istikrâr”ın bekâası için tek yol vardı: şiddetle sindirmek. Biber gazı yetmedi basınçlı su, cop yetmedi gerçek mermi ama hiçbiri kesmedi yükselen öfkeyi bastırmaya. Üç beş ağaç değildi elbette mesele, ana-babalarının bile özgürlüklerine karış(a)madığı bir neslin, merkezdeki erke “hadi ordan, sen de kimsin” nidasıydı yükselen “direne direne kazanacağız” sloganının içeriğinde.
Tıpkı Fatih’in gemileri karadan yürüterek Bizans ordusunu ters köşeye yatırması gibi, Gezi isyanı iktidarın da, meclis içindeki ve dışındaki muhalefetin de ezberlerini bozdu. Devlet eliyle şiddet işe yaramayınca, iktidar neye uğradığını şaşırdı, muhalefet de sokaktan gelen bu enerjiyi gücümüze nasıl katarız hesabına düştü ama aradan 6 ay geçmiş olmasına rağmen, öyle anlaşılıyor ki herkes kendince bildiğini okumaya devam ediyor.
Oysa siyaseten birbirinden çok farklı eğilimlere sahip, çoğunluğu mevcut siyasi ve ekonomik sistemden umudunu kesmiş, sadece gücü elinde olan iktidardakilerle değil, doğrudan “güç” ve “iktidar” kavramlarıyla derdi olan, hayatın güçlü olana minnet duymakla değil ancak emek ürünü özgürleşmeyle sürdürülebilir olduğunu bilen, derdi özgür, eşit ve barış içinde bir gelecek olan, sayıları milyonları bulan, tepeden tırnağa insan, beğenseniz de beğenmeseniz de kızlı-erkekli genç-yaşlı ışıl ışıl aydınlık bir nüfus bu ülkenin geleceğini belirleyecek.
Önümüzde, gelecek yıl yerel seçimlerle başlayacak olan ve 2 yılda tüm ülke yönetimini belirleyecek yeni bir seçim dönemi var. Şimdilerde bu seçimlerde iddia sahibi tüm örgütlü siyasetçiler gezi isyanında sokaklara çıkan, çıkamayan, hamaset değil bal gibi siyaset yapan bu “yurttaş”ların rüzgarını arkasına almak hesabında… Ama heyhât! İstanbul 500 yıl sonra yeniden fethedildi, bu fethin rüzgarı kelebeğin kanatlarında tüm ülkeyi hatta dünyayı dolaşıyor. Bu rüzgara direnenler birer birer eriyip gidecekler pek yakında. Hâlâ eski kafalarla, bildik ezberlerle, hamasî söylemlerle siyaset yapmaya kalkışanlar, kerâmeti kendinden menkûl isimlerle üç-beş oy daha çalma hesabında olanlar önümüzdeki seçimlerde gezi ruhunun gazabına uğrayacaklar.
Önümüzdeki yerel seçimler yaklaştıkça gündem bildik partilerin büyükşehir belediye başkan adaylarıyla dolup taşıyor; görünen o ki “boş tencere boş tava, hâlâ ısrarla hep aynı hava”… Merkez partilerin aday adayı kefesinde gene bildik isimler var. Sanki bugüne dek kentteki her sineğin kanadından yağ çıkartarak rant üretip, kentin sahip olduğu bütün değerleri para babalarına peşkeş çekmenin dışında, kent hakkı, kentli özgürlüğü adına tek bir adım atmışlar gibi “geçmişimiz geleceğimizin teminatıdır” edebiyatı yapmaktalar. Elbette ki en büyük korkuları da, sokakları kendilerine dar eden Gezi isyanının kahramanlarının yarattığı etki alanının kendilerince cepte gördükleri oy deposuna ulaşması; yani Gezi’nin kelebek etkisi.
Türkiye’de son yılların seçim istatistikleri, (sadece oy oranları değil, oy sayıları) doğru incelenirse çok dikkat çekici sonuçlar göze çarpıyor. Gerçekte seçmen yaşında olmasına rağmen seçmen kaydı olmayanlar, seçmen kaydı olup da seçime katılmayanlar, seçime katılıp da geçersiz oy verenler ve oy kullanıp da siyaseten merkezde durmayan ama görece sistem karşıtı partilerden yana tercih kullanan oyların toplamına bakılırsa, neredeyse ana muhalefetin aldığı toplam oya yakın bir nüfusun oyunun sandığa ve seçimlere etkisinin olmadığı görünüyor; buna rağmen de demokratik sıfatıyla tanımlanan bir seçim sonucuyla yönetiliyor hem ülke, hem de kentler. Elbette bu yansımama durumu hakkında pek çok spekülatif tahmin yürütülebilir ama genel eğilimlere azıcık aşina olanlar gerçekliği rahatlıkla sezebilirler; seçimlerin fiili sonuçlarına yansımayan bu etkisiz oy potansiyeli ağırlıklı olarak mevcut statükodan ve onun siyasetinden herhangi bir beklentisi olmayan bir kitleden oluşuyor. Gezi isyanı sırasında sokakları dolduranlar ve isyanın en güçlü alanı olan sosyal medya katılımcıları arasında yapılan anketler de, isyanın en hareketli kitlesinin, işte bu mevcut sistemden ve statükodan herhangi bir beklentisi olmayan, geleceğe dair bir değişim ve özgür bir gelecek beklentisi olmayan kitleyle çakıştığını gösteriyor.
İşte sistemin bekçileri tarafından “marjinal” olarak nitelenen bu çapulcular aslında öylesine çoklar ve daha da önemlisi bu çokluğun tek bir hedefte birleştiğinde yaratabileceği “aura” ya da etki alanı o kadar büyük ve güçlü ki; ‘olur a bir gün birileri bu gücün farkına varır da’ korkusuyla, rantiye sisteminin bekçileri sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki özgürlükleri için sokakları dolduran milyonlar bu istemlerinden korkup vazgeçmişler gibi davranıyorlar. “Ya tutarsa” diye düşünüldüğünde ne âlâ! “Eski tas eski hamam” havasında aynı derede daha defalarca yıkanırız, bu kentleri de kentlilere cehennem etmeye devam ederiz nasıl olsa beklentisindeler.
Peki ya tutmazsa! Ya bu statik potansiyel oy deposu, hiç beklenmedik bir yerden, isyanın içinden çıkan adaylarda birleşirse… Örneğin, içinde onlarca mimar, mühendis, şehir plancısı, doktor, sendikacı, uzman, öğretim üyesi olan, Gezi isyanın çevresinde kenetlendiği Taksim Dayanışması’nın içinden çıkan, bugüne kadar üstüne siyasetin çamuru sıçramamış, rantiyenin batağına saplanmamış, sözüyle ağır, tavrıyla evimizden biri, hakkında tek kelimeyle “insan” denebilecek bir belediye başkan adayı çıkarsa… Arkasına Gezi ruhunun rüzgarını alan böyle bir belediye başkan adayı, bugüne dek sistemin dışında duran oy potansiyelini harekete geçirdiği anda, görevi rantiyeci statükonun bekâası olan adaylar arasından sıyrılıp çıkamasa bile, rüzgarının yaratacağı kelebek etkisiyle, tıpkı Konstantiniyye’nin fethinin yarattığı etki gibi, yakın gelecekte hem Türkiye’de, hem bölgede, hem de dünyada yeni bir çağın, “insanın özgürleşmesi çağının" başlangıcını yaratabilir…
Ya tutarsa… “İşte o an yer yerinden oynar”…
CAN ÇINAR - 17 Kasım 2013, İstanbul