Bundan 30 yıl önce, üniversitenin ilk yıllarında, muhtemelen herkes gibi, HAYATIN ANLAMI'nın arayışındaydık dostlarla birlikte. O yıllar 12 Eylül sonrasının karanlık yıllarıydı, geleceğe dair tüm umutlarımızı yeniden oluşturmaya çabalıyorduk. O arayış içinde, vargılarımı aşağıdaki şiirimsiyle dillendirmiştim o vakit :
YAŞAMAK ya da YAŞAMAK
Yaşamak aşmaktır.
Yarını bugünden, bugünü dünden söküp çıkartmaktır.
Yaşama bir adım daha attıysan,
kutsal beynine bir hücre daha kattıysan,
dost yüreklere bir sevgi tohumu daha attıysan,
bugünkü sen, dünkü sen değilsin artık.
Bundan böyle ürkütmesin seni ne ölüm, ne de gelecek,
korkmayasın ömür boyu yaşamaktan.
(Mart 1983)
http://www.antoloji.com/hisseden-kissalar-siiri/
O zamanlar sosyal medya yoktu (gökdelenlerin yerleri hep tarlaydı), sadece ve sadece safiyane bir sosyallik vardı elimizde... Bu hayat sentezinin üzerine dolu dolu bir hayat eklendi... Ve çok yakınlarda yeni yüzyılın icadı sosyal medya sayesinde aşağıdaki konferans notlarını buldum, cuk oturdu bunca yılın üstüne.
Bu yüzyılın, derin "hayatın anlamı var mıdır? yok mudur?" tartışmalarının arasında, hayata dair ve hayatın içinden, uzman bir hocanın dilinden çok değerli, kayda ve dikkate alınmaması mümkün olmayan bir konferansın dökümü var aşağıda. Çoğaltabilsek keşke, sevgiyle...
C.Ç. (17 Şubat 2014)
Anlam çok önemli bir kavram, çok önemli bir sorun. Biz psikiyatrlar bu konuyla çok yakından ilgili olması gereken insanlarız. Çünkü, anlam boşluğu ile ilgili sorunlar doğrudan bizim ofislerimize yansıyor. Yani bir genç kız düşünün. Hayatını anlamlandıramadığı için, hayatına bir yön, bir gaye tayin edemediği için sürekli bileklerini kesiyor, bileklerini jiletliyor. Bir genç insan düşünün. Hayatına yine bir yön bir anlam duygusu katamadığı için bu anlamı çeşitli ilaçlarda arıyor, çeşitli maddelerde arıyor ve beynini adeta uyuşturarak hayatına bir yön, bir anlam duygusu katmaya çalışıyor.
YAŞAMAK ya da YAŞAMAK
Yaşamak aşmaktır.
Yarını bugünden, bugünü dünden söküp çıkartmaktır.
Yaşama bir adım daha attıysan,
kutsal beynine bir hücre daha kattıysan,
dost yüreklere bir sevgi tohumu daha attıysan,
bugünkü sen, dünkü sen değilsin artık.
Bundan böyle ürkütmesin seni ne ölüm, ne de gelecek,
korkmayasın ömür boyu yaşamaktan.
(Mart 1983)
http://www.antoloji.com/hisseden-kissalar-siiri/
O zamanlar sosyal medya yoktu (gökdelenlerin yerleri hep tarlaydı), sadece ve sadece safiyane bir sosyallik vardı elimizde... Bu hayat sentezinin üzerine dolu dolu bir hayat eklendi... Ve çok yakınlarda yeni yüzyılın icadı sosyal medya sayesinde aşağıdaki konferans notlarını buldum, cuk oturdu bunca yılın üstüne.
Bu yüzyılın, derin "hayatın anlamı var mıdır? yok mudur?" tartışmalarının arasında, hayata dair ve hayatın içinden, uzman bir hocanın dilinden çok değerli, kayda ve dikkate alınmaması mümkün olmayan bir konferansın dökümü var aşağıda. Çoğaltabilsek keşke, sevgiyle...
C.Ç. (17 Şubat 2014)
Anlam çok önemli bir kavram, çok önemli bir sorun. Biz psikiyatrlar bu konuyla çok yakından ilgili olması gereken insanlarız. Çünkü, anlam boşluğu ile ilgili sorunlar doğrudan bizim ofislerimize yansıyor. Yani bir genç kız düşünün. Hayatını anlamlandıramadığı için, hayatına bir yön, bir gaye tayin edemediği için sürekli bileklerini kesiyor, bileklerini jiletliyor. Bir genç insan düşünün. Hayatına yine bir yön bir anlam duygusu katamadığı için bu anlamı çeşitli ilaçlarda arıyor, çeşitli maddelerde arıyor ve beynini adeta uyuşturarak hayatına bir yön, bir anlam duygusu katmaya çalışıyor.
Şimdi
özellikle Türkiye’de iki binli yılların gençliğine baktığım zaman – şu anda ben
gençlerle çok yakından ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum- çok
ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını görüyorum. Bu insanlar bir
dönem ağabeylerinin ablalarının uğruna yola düştükleri ülkülerden, ideallerden
çok uzak görünüyorlar. Buna kimileri apolitikleşme diyor, fakat bence bütün
dünyada insanlık, hayatın giderek maddileştiği bir dönemden geçiyor. İnsanlığın
ortak değerleri, ortak idealleri günbegün kaybediliyor ve hayat maddileşiyor.
Marx’ın bir aforizması vardır, çok bilinen bir aforizması: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor”diyor.
Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir
zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Buna Batıda kimi yazarlar: “Yakın ilişkilerin ölümü, mahremiyetin
ölümü” diyorlar. Artık insanlar günbegün daha az vakit ayırıyorlar
birbirlerini dinlemeye, paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz
addedilmeye başlıyor. Mesela, anne-babalık. Bugün Batı dünyasına baktığınız
zaman paraya tahvil edilebilir bir şey olmadığı için hükmünü, değerini giderek
kaybediyor. İyi dost olma, iyi ahbap olma, yaren olma, “kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez” diyor ya Neşet Ertaş
türküsünde, işte o kalpten kalbe giden
yol günümüzde günbegün kaybediliyor. Neden? Çünkü, iyi bir dinleyici olmanın
çoğu zaman size getirisi yok; zaman kaybı, bir bakış açısından bakarsanız.
Dünyanın
giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam
üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.
“Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor (*)” Karl Marx
(*) 'Profanlaşma' hakkında : Bkz -> https://eksisozluk.com/profanlasma--2054838
Anlam biz psikiyatrları çok ilgilendiriyor dedik, çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisini. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatr vardır- beş altı yıl önce vefat etti.-: Viktor Frankl adında. O, logoterapi isminde bir psikiyatri ekolü kurmuştur. Temel meselesi, hayatın anlamdan muaf olamayacağı meselesidir ve insanların bugün yaşadığı sıkıntıların temelinde bu anlam boşluğunun yattığını söyler Frankl. Çok acı bir tecrübe yaşamıştır bu kişi bu toplama kamplarında Auschwizt’te. Eşini, anne-babasını kaybetmiştir, onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz bilgisinin verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir ve -bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse- şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanlar, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok ama hayatta kalma şanslarına sahip olduğu halde kim hayatta kaldı kim hayatta kalamadı sorusuna; Frankl, bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyor.
Anlam biz psikiyatrları çok ilgilendiriyor dedik, çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisini. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatr vardır- beş altı yıl önce vefat etti.-: Viktor Frankl adında. O, logoterapi isminde bir psikiyatri ekolü kurmuştur. Temel meselesi, hayatın anlamdan muaf olamayacağı meselesidir ve insanların bugün yaşadığı sıkıntıların temelinde bu anlam boşluğunun yattığını söyler Frankl. Çok acı bir tecrübe yaşamıştır bu kişi bu toplama kamplarında Auschwizt’te. Eşini, anne-babasını kaybetmiştir, onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz bilgisinin verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir ve -bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse- şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanlar, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok ama hayatta kalma şanslarına sahip olduğu halde kim hayatta kaldı kim hayatta kalamadı sorusuna; Frankl, bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyor.
Hayatımıza
anlam duygusu bir yön verir dedim. Anlam duygusunun psikolojik olarak bizde
dört temel ihtiyacı sağladığını söyleyebiliriz. Bunlar: Anlam duygusu sayesinde hayatımızda bir gayeye sahip oluruz, hayatımıza
gaye belirleriz. Bir başkası, değerler sahibi oluruz, anlam duygusu bize
değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Kendi öz değerimizi yine bir anlam
duygusundan devşiririz. Bir de hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi,
hayatta bir şeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceğimiz duygusunu, yine
biz anlam duygusu ile sağlarız. Eğer anlam duygusundan yoksun, yani bir
anlam boşluğu içindeysek bunu da tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışabiliriz.
Kimse aslında anlam boşluğu içinde olmak istemez ama hayatını anlamlandırmakta
güçlük çeken insanların çoğu zaman yanlış anlam sağlayıcılara yöneldiğini de
görebilirsiniz. Bunlar arasında günümüz dünyasında çok yaygın olan kimyevi
maddelere bağımlılık; ekstaziydi, esrardı, eroindi, bu tür maddelere bağımlılık
kesbederek, kişinin bilincini bulandırması ve böylece kendisi için evreni daha
anlamlı kılmaya çalışması, yahut daha fanatik ve sekter ideolojilere tutanarak
hayatı kendince daha anlamlı kılmaya çalışması örnek olarak verilebilir.
Dünyada bir
şeyin daha biz psikiyatrları, psikologların, ruh sağlığı çalışanlarının
ilgisini çekmesi gerekir, ilginç bir değişime tanıklık ediyoruz: Anlam duygusunu sağlayan klasik, tradisyonel,
geleneksel bir takım değer üsleri giderek çözünüyor, kayboluyor. Nedir
bunlar? Mesela bir dönem din insanlar için anlam sağlayıcı bir değerdi.
İnsanlar hayatlarının anlamını Tanrının sözlerine bakarak yahut daha önceki
dini toplulukların yapıp ettiklerine bakarak yordayabiliyorlardı. Din anlam sağlayıcı değerini
günümüzde giderek kaybediyor. Bunu iyidir ya da kötüdür anlamında söylemiyorum,
bir sosyolojik vakıaya işaret etmek istiyorum. Tradisyon, gelenek yine anlam
sağlayıcı değerini giderek kaybediyor. Tradisyon dediğimiz zaman, geçmiş
nesillerin olayları yapıp etme biçimine verdiğimiz ad bu. Yani bizden önceki
nesiller olaylar karşısında nasıl tepki veriyorlardı? Biz nasıl tepki
veriyoruz? Acaba bizim verdiğimiz tepkiler bizden önceki nesillerin sürekliliğini
taşıyor mu içinde, yani biz dünyayı atalarımız ve dedelerimiz gibi mi
yorumluyoruz yoksa çok farklı biçimlerde mi yorumluyoruz? Bu da yine önemli bir
şey. Aile, yine
günümüzde giderek çözünen bir değer. Batıda tek ebeveynli ailelerin sayısında
çok ciddi bir tırmanma var. Yani çocuk ve anne ya da çocuk ve baba şeklinde,
giderek daha fazla aile ile karşılaşıyoruz. Boşanmaların oranında çok büyük bir
artış var yine. Çünkü insanların hayattan beklenti düzeyleri çok daha fazla ve
kimse bir başkası için de fedakarlık yapmaya kendini çok hazır hissetmiyor.
Diğerkamlığın, altruizmin, fedakarlığın da
giderek kaybolduğu bir dünya içerisinde yaşıyoruz aslında. Dolayısıyla
geleneksel anlam sağlayıcılar bir çözülmeye uğradığında, bir kayboluşa doğru
gittiğinde ne oluyor? Nasıl dolduracağız bu boşluğu? İşte bütün dünyada
gözlenen bir şey var; ben bunu Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa gözlüyorum,
görüyorum, sizler de Türkiye’deki gazete
yazarlarına bir bakarsanız ben vurgusuyla yazan insanların sayısında giderek çoğalma
olduğunu göreceksiniz. Yani akşam yediği pırasadan bahseden, yeni tanıştığı
erkek arkadaşından bahseden, kendi hayatının bir sürü önemli-önemsiz detayını
büyük bir hikmet kırıntısı olarak okurlarıyla paylaşan çok sayıda gazete yazarı
türedi Türkiye’de. Yani fikirler yok, yapılıp-edilmiş önemsiz, gündelik işler
var. Bir “ben kültürü”nün yükselişine
tanıklık ediyoruz. Gençlerle konuştuğumu zaman çok ilginç şeyler
yakalıyorum onların sözlerinde: “Ben” diyor, “Ben şöyle yapıyorum, Ben böyle
yapıyorum”diyor, başka insanları anlamaya ya da dinlemeye çok az yer ayırdığını
görüyorum gençlerin bir kısmının. Genellikle hayatı kendilerinden ve kendi deneyimlerinden başlatıyorlar. Bir
önceki neslin deneyimlerini taşıyamıyorlar, öğrenmemişler, çok fazla kitap da okumuyorlar,
dolayısıyla hayatı sadece kendi deneyimlerinden ibaret olaylar yumağı olarak
görüyorlar ve kendilerini de o yumağın merkezine yerleştiriyorlar.
Yıllar önce
bir televizyon programında deprem sonrası konuşulurken şöyle bir şey
seyretmiştim: “Siz ne hissettiniz ülkemiz
için, toplumumuz için?” diye bir soru sorulmuştu bir gence. Mikrofonu alır
almaz “Ben çok korktum, benim kardeşim de
çok korktu.”dedi. Ben şöyle haber aldım olayı, akabinde şöyle yaptım diye
devam etti. Yani toplum için hissettikleri, ülke için hissettikleri sorulan
genç, birden kendi yaşantısına döndü ve kendisini
anlatmaya başladı. Burada işte anlam kaynağı olarak insanlığın giderek
kendisine, kendi benliğine döndüğünü görüyoruz. Genelde Batı toplumu, biraz
gecikmeli olarak da Türkiye toplumu anlam kaynağı olarak kendi bireysel
benliklerine yönelmiş insanlarla dolmaya başladı. Yani “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlakın
kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye,
ahlakî kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok,
bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim eski değerlerine
ihtiyacım yok, ben kendim davranışlarımın yegane meşrulaştırıcısıyım, benim
için iyiyse; ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir.”
"Seçim yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Evet demek bir başka şeye hayır demektir."
İşte
geleneksel kurumların çözülmesiyle ortaya çıkan o boşluk, günümüzde benliğin
yükselişiyle, ön plana çıkmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Neden
benliklerimize ihtiyaç duyuyoruz bu konuda? Çünkü bir meşrulaştırıcı gerekiyor
bize, bir seçim yaptığımızda, seçimlerimiz çoğu zaman ahlaki seçimler de
olabiliyor. Seçim yapmak dünyanın en zor
işlerinden biridir. Evet demek bir başka şeye hayır demektir. Dolayısıyla
seçimlerimizin moral, ahlakî bir arka planı olması gerekiyor. “Benim
için doğru olan seçim doğrudur.” diyebiliyorsam, benliği bir anlam
kaynağı olarak görüyorsam o zaman çok rahatlıkla bazı seçimleri yapabiliyorum. Bu çok tehlikeli bir gidiş, bu bireyciliğin
artık zirve noktalarına varması. Bireycilik bir yönüyle fena bir şey değil,
insanın kendi arzusunu, hayallerini, iradesini harekete geçirmesi kötü bir şey
değil, geçmişin kurumları da bütünüyle masum kurumlar değildi. Tradisyonlar,
geleneklere dayalı bazı kurumsal öğeler, millet gibi, aile gibi, din gibi
vasıtalar da yer yer insanlar üzerinde çok baskıcı olabiliyordu. Geçmişin
insanları belli bir rolün içine doğuyorlardı. O rolün dışına çıkmak, o rolü
zorlamak çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Özellikle ortaçağ Avrupa’sını
düşünürseniz veyahut da çok yakın zamanlara, aydınlanmaya kadar batı dünyasını
düşünürseniz. Oralara kadar roller çok sabit. Aydınlanma insanların
özgürleşmesini sağladı mı yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir
konu, o konuda da konuşmak isterim. Ama insanlar her zaman geçmişle birlikte
çok mutlu olmadılar ama yenilik de her şeyi berhava etti, her şeyi tuzla buz
etti, onun yerine çok sağlam değerler koyamadı. İşte bu değer ve anlam
boşluğunda insanlar da kendi benliklerini bir ada ilan ettiler, oraya
bayraklarını çektiler ve kendi istedikleri kurallar doğrultusunda yaşamaya
başladılar. Napolyon’un çok bilinen bir sözü vardır: “Asaletim benimle başlar.” Aristokratlara cevaben “Sizler babadan dededen asil olabilirsiniz
ama ben sizden daha asilim çünkü, ben kendi asaletimi başlatıyorum ve benden
sonrakiler, benim soyumdan gelenler hep asil olacak.”der. İşte aynı bunun
gibi kendi benliklerimizin asaletini adeta ilan ettik.
Anlam
duygusunu birkaç şeyden devşiriyoruz genel olarak baktığımız zaman. Anlam
duygusuna bir süreklilik kazandırmak çok önemli, bir de anlam duygusunu
sağlayan şeylerden bir tanesi de bağlantılılık. Yani ben hayatımın değişik edimleri değişik eylemleri arasında bağlantı
kurabiliyor muyum?. Hayatımın bir safhasında yaşadığım şey bir başka
safhasında yaşadığım şey ile anlamlı ilişki kurabiliyor mu? Bütün bunlara
baktığım zaman anlatılır ortak bir hikaye çıkarabiliyor muyum ben? Bu önemli
bir soru. Bir başkası, hayatımda bugünün
anlamına yarın sahip çıkabiliyor muyum? Yani kalıcılık, süreklilik,
istikrar var mı? Yoksa çok yanar-döner bir şekilde bugün “a” dediğime yarın “b”
diyor, bugün “a” için savaşıp yarın “b” için mi savaşıyorum? Benim benliğimin
cilvelerinin, iniş-çıkışlarının bir gölgesi mi oluyor anlam arayışım? Bunlar
önemli şeyler, çünkü kararlılık ve
bağlantılılık anlam duygusunun da vazgeçilmez bir parçası. Hepimiz geriye
dönüp baktığımız zaman anlamlı ve tutarlı bir hayat hikayesi bırakmış olmayı
dileriz.
Varoluşçuların
bir sözü vardır, derler ki: “İçimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın
suçunu duyarız.” Buna biz çok rastlıyoruz. Elli yaşında bir kadın
geliyor; elli yaşına kadar bütün çocuklarına bakmış, onlara saçını süpürge
etmiş, çocuklarına ve kocasına her şeyini vermiş, pat diye depresyona giriyor
elli yaşında. Ne oluyor dersiniz, neden depresyona giriyor? Çünkü son çocuklar
da evden gidiyor. Bunlar için mi uğraştım diye bir soru soruyor kendisine,
yapayalnız kaldım diyor, uğruna uğraştığım her şey uçup gitti. Muhakkak ki,
uçup gitmedi ama böyle hissediyor ve birden açıklayamadığı bir depresyonun
pençesine düşerek geliyor sizin karşınıza. Anlam boşluğu dediğimiz şey
özellikle bu yaş dönümlerinde çok sık karşımıza çıkıyor, bir de travmatik
olayların sonrasında karşımıza çok sık çıkıyor. Travma dediğimiz şey, örselenme, yani ruhumuza yediğimiz yumruk bizi
çok fazla sersemletiyor, hiç beklemediğimiz anda gelen bir yumruk. Travma
hayatı bilme biçimimizi kökten değiştirebiliyor. Mesela dünyanın çok emniyetli
bir yer olduğuna inanırken, birisi bize çok büyük bir kötülük yapıyor ve bütün
hayat algımızı değiştirebiliyor. Travma dediğimiz zaman, insanın tahammülünü
aşan, katlanma duygusunu aşan, örseleyici hayat olaylarını kast ediyoruz. Veya
bir yaş dönümü oluyor. Erkeklerde andropoz diyorlar. Bu tür yaş dönüşümlerinde
veya çok ciddi rol değişimlerinde insanlar hayatı anlamlandırmaktan geri
kalabiliyorlar. Mesela hayatı boyunca çok katı bir biçimde birliğini idare
etmiş bir general emekli olduğu zaman boşluğa düşüyor. Depresyon konusundaki
çalışmalar bize şunu gösteriyor; emekli olup da yeni iş bulmamış, hayata
tutunmamış insanlarda kalp krizi ve ölüm riski çok daha fazla, ama bir hobi bularak bir uğraşı bularak hayata
anlam katarak devam eden insanlar çok daha verimli ve uzun yaşayabiliyorlar.
Burada başka
bir konuya daha geliyoruz. Batı dünyasına baktığınız zaman yaşlanmaya ve ölüme
karşı çok ciddi bir tavır alış var. Adeta başını çeviriyor Batı dünyası, görmek
istemiyor, ölümün ve yaşlılığın müstehcen bir şey olarak algılandığını
görüyoruz. Bizim uygarlığımız o bakımdan biraz daha üstün. Ben daha olgun
buluyorum bütün Doğu uygarlıklarını ve bu arada kendi uygarlığımızı da. Biz ölümle daha barışık bir medeniyetiz.
Ölülerimizle beraber yaşayabilen insanlarız biz, ölülerini şehrin ortasına
gömen insanlarız, Karacaahmet’e bakın şehrin tam göbeğindedir, şehirden
kovulmamıştır ölüler. Ölüm duygusu ile haşır-neşir olmak aslında hayatı da
anlamlandıran bir şeydir. “Nasıl yaşadığımız, nasıl öleceğimizi
aydınlatır.”diyor Octavio Paz, nasıl öldüğümüz de, nasıl yaşadığımızı
da aydınlatır. Ölümün müstehcen bir şey olarak algılanması yaşlılığın ve
yaşlılığın alametlerinin Batı dünyasında neredeyse küçümsenmesine ve toplumdan
kovulmasına yol açıyor. Bakıyorsunuz o insanların çoğu huzurevlerine, dinlenme
evlerine terk ediliyor. Halbuki yaşlılık
sadece ölüme yaklaşma değil, hayatın bir sürü değerli bilgisinin biriktirildiği
ve insanlara süzülerek aktarılabildiği bir dönem. O yüzden yaşlılarına
hürmet eden toplumlar, bence biraz daha uygar toplumlar. Ölüm, hayatı
aydınlatan, hayatı anlamlandıran şeylerden birisi. Başka bir varlık yok ki,
yeryüzünde sonluluğun farkında olsun. Sonluluğunun, geçiciliğinin farkında olan
tek varlık insan. Yani ölüm yönelimli tek varlık insan Heidegger’in ifadesi
ile. “Herkes tek başına ölür.”diyor filozof, başkasıyla ölemeyiz.
Ölümü düşünmek yine hayatı anlamlandıran bir şey. Buna “varoluşun sahiciliğini kavramak” diyor varoluşçu yazarlar.
"...yaşlılık sadece ölüme yaklaşma değil, hayatın bir sürü değerli bilgisinin biriktirildiği ve insanlara süzülerek aktarılabildiği bir dönem..."
Bir başka
şey mutluluk arayışı. Freud, -bizim mesleğimizin piri fakat pek çok görüşü de
tartışmalı- hayatın anlamı nedir sorusuna cevap aramanın çok abes bir şey
olduğunu düşünüyor. Hayatın anlamı nedir sorusuna Freud: “Ancak din cevap verebilir, fakat
dinin verdiği cevabın doğru olup olmadığını nereden bileceğiz”diyor.
Hatta bir mektubu var, o mektubunda çok sert bir ibaresi var, şöyle: “Hayatın anlamını arayan kişi hastadır.”diyor
Marie Bonapart’a yazdığı bir mektupta. Bir başka yerde de şöyle söylüyor: “Hayatın
anlamını aramak beyhude bir şeydir. Dinler buna bir sürü cevap verirler. Bu
bilimin alanında değildir ama hayatın anlamı basitçe mutluluktur. Mutlu olan
insan hayatın anlamını bulmuştur.” Acaba böyle mi? Bir işkenceci mutlu
olamaz mı? Yaptığı işten keyif duyamaz mı? Kanlı bir diktatör mutlu olamaz mı?
Gayet mutlu olabilir, yaptığı işi de çok anlamlı bulabilir. Bu kişilerin
hayatın anlamını bulduğunu söyleyebilir miyiz, iddia edebilir miyiz? Hayatın anlamı sadece mutluluk duygusu ile
izah edilebilecek bir şey midir? Sonra mutluluk nedir? Mutluluk sürekli bir hal
olabilir mi? Hayatta pek çok şeyi ikili karşıtlıklar olarak yaşıyoruz. Yani
mutluluk, mutsuzluk varsa anlamlıdır. Sağlık hastalık varsa anlamlıdır. Eğer o
öbürü olmasaydı diğerinin tek başına anlamı olmayacaktı. İşte bir ütopya vardır
biliyorsunuz, “Cesur Yeni Dünya” diye, Aldous Huxley’in ünlü bir eseridir bu;
insanların her türlü acıdan yalıtıldığı bir dünya. Böyle bir toplumda insanlar
mutlu olabilir mi sizce? Acının tanınmadığı bir zamanda insanlar mutlu olabilir
mi? Evet her şey karşıtıyla kaim. Karşıtı olmazsa bazı duyguları o kadar yoğun
olarak yaşayamıyoruz. Freud diyor ki: “Hayatın
anlamı nedir gibi sorular, bu dünyada yaşadığımız emniyetsizlik hissi ile alakalıdır.”
Yani bu dünyada biz kendini tekin hissetmeyen, emniyette hissetmeyen
varlıklarız. Dolayısıyla tanrı inancı da böyle bir şeydir. Biz içimizde yaşadığımız bu emniyetsizlik duygusunu dışarıdaki büyük
bir baba imgesine yansıtırız. Bu da tanrıdır. Dolayısıyla bu emniyetsizlik
duygusunu ruhumuzda huzura erdiririz. Bu bir görüş ama bu görüşe Mevlana
bambaşka bir cevap verebilir. Mevlana diyor ki, Ney’in hikayesini anlattığı
Mesnevi’nin giriş bölümünde: “Beni
kamışlıktan kopardıklarından beri ağlıyorum, aslımdan ayrı düştüğüm için
ağlıyorum.” Orada Ney ile kast edilen şey insandır, hatta Ney’in son
tahlilde simgelediği şey olgun insandır. Bir başkası da şunu söyleyebilir buna
karşılık: “İnsan tanrı katından sürgün edilmiştir, ancak onunla buluştuğu zaman olgun
bir varlık olabilecektir yeniden. Bu sürgün bittiği zaman kendi varoluşundaki
eksik taraflarıyla buluşabilecektir.”
Burada şunu
söylemek istiyorum. Hakikat dediğimiz şey biraz izafîdir. Nereden baktığınız,
nereden gördüğünüz, hangi pencereyi kullandığınız çok önemlidir. Freud’un
söylediği şey ile Mevlana’nın söylediği şey birbirinden farklıdır fakat
hakikatin farklı cepheleridir. Bazı insanlar hakikaten kendi güvensizlik
hislerinin bir neticesi olarak tanrı inancı geliştirebilirler de. Böyle bir şey
olabilir ama bazı insanlar daha olgun bir tarzda bir inanış da
geliştirebilirler. Yani kişiler için çok farklı anlamlar bulmak mümkündür
hayata baktığınız zaman. Herkes kendi
kabı ölçüsünde okyanustan su alır, yine Mevlana’nın bir benzetmesini
kullanırsak. Yani siz ne kadar
derinseniz, ne kadar genişseniz okyanusa kasenizi daldırdığınız zaman o kadar
su alırsınız.
"...siz ne kadar derinseniz, ne kadar genişseniz okyanusa kasenizi daldırdığınız zaman o kadar su alırsınız."
“Anlam
duygusu hayatta yapıp-ettiklerimizle alakalıdır” dedim. Sevmekle,
üretmekle alakalıdır. Freud böyle diyor, Frankl şunu ekliyor : “Kadere rıza
göstermek.” Burada ilginç bir noktaya geliyoruz. Değiştiremeyeceğin şeyi değiştirmek için aşırı efor sarf etmemek, ondan
öğrenmeye, yaşantıdan da öğrenmeye çalışmak. Hani dedim ya: “Zaman zaman ruhumuza yumruk yeriz.”
Ruhumuza yediğimiz yumruklardan bir şeyler öğrenmek, anlam duygusunun
sağlayıcılarından bir tanesidir. Bu pasif bir alıcı olmak değildir, bu değiştirebileceğin şeyler için uğraşmak,
değiştiremeyeceğin şeyler için de gereksiz tasa yapmamak demektir. Yani
insanın kendi varoluşunu da sevmesi demektir.
Evet, anlam
duygusunu birkaç düzeyde devşirebiliriz dedim. Afrikalıların meşhur bir
hikayesi var. Afrikalılar iki türlü açlıktan bahsederlermiş: Bunlardan bir
tanesi maddi olana açlık; suya, yiyeceğe açlık. Bir tanesi de niçin sorusuna
duyulan açlık. Kadim Afrika kültürlerine, eski kültürlere baktığınız zaman
insanı büyüleyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu çok güzel bir hikaye gibi
görünüyor bana. Niçin sorusuna
duyduğumuz açlık bugün her zamankinden daha fazla. İçinizde modern bilimle
uğraşan kişiler var. Bilimin çok çeşitli versiyonlarıyla karşılaşıyoruz.
İlerlemeci görüş diyor ki bize: “ Bilim ileri gidecek, insanlığın bütün
dertlerine çare bulacak, bilim öyle bir hale gelecek ki, insanın mutsuzluğunu
iyileştirecek. Geçmişin birikimleri hep üst üste ekleniyor, bilim sonunda bize
doğru yolu mutlaka gösterecek.” Öte yandan bilimin ta kendisinden
kaynaklanan dertlerle de karşılaşıyoruz. Bilim atom bombasını üretiyor, Iraklı
zavallı çocukların başına yağan bombalar üretiyor.
Oktay
Sinanoğlu bir televizyon konuşmasında ilginç bir şey söyledi- pek çok görüşü
bence tartışılabilir fakat kendi tecrübesini aktarmıştı- “Bizim önümüze Amerika’da bir kimya problemi atıyorlardı. Büyük ödül
koyuyorlardı, biz altı ay uğraşıyorduk formülü çözmek için, çözüyorduk, sevine
sevine gidiyorduk, sonra anlıyorduk ki, o işte uzaya gönderilecek bir füzenin
ya da başka yere gönderilecek bir füzenin yakıtını biraz daha ekonomik
kullanmanın formülüymüş.” Yani bilim bazen çok vicdansız şeylere de alet
edilebilir. Bilim sonuçta bizim etkinliğimiz, bizim zihinlerimizden çıkan bir
şey, yani insanın her türlü zaafı, zayıflığı bilime yansıyabilir. O yüzden
bilimi mutlaklaştırabilir miyiz? Bilmiyorum. Her şeyin tartışılabildiği,
kinikliğin, şüpheciliğin neredeyse baskın iklim olduğu bir zaman diliminde tek
başına bir bilimperest olmak bizim yaralarımıza, insanın yaralarına çare
bulabilir mi? Anlam problemimizi giderebilir mi? Bana sorarsanız gideremez. Anlam problemimizi çözecek olan şey, yine
insanın insana duyduğu ihtiyaçtır. Martin Buber diye bir Yahudi ilahiyatçı
var. Çok değerli bir adam yıllar önce yaşamış, ölmüş. Çok güzel bir cümlesi
vardır onun, der ki: “Ben, ben olmak için bize ihtiyaç duyar.”
Yani benim karşımda bir başkası olmazsa ben, ben olmam. İnsan insana ihtiyaç
duyar. Kitab-ı Mukaddes’in ilk sözünü değiştirir bazıları, derler ki: “Önce
ilişki vardı.” Her şey bir
ilişkidir. Bebeğin anneyle kurduğu şey bir ilişkidir. Hepimiz bu dünyada
teyit edilmeyi bekleyen varlıklarız, onaylanmak istiyoruz, bir başkası sesimizi
duysun istiyoruz. Bir başkası sesimizi duymazsa bu dünyadaki varlığımız anlam
kazanmıyor. Eğer bir başkası beni duymazsa ne olacak, ben burada kendi kendime
konuşup gideceğim. Benim anlamlı bir hayat yaşadığımı kim anlatacak bana? Eğer
etrafımda benim anlamlı bir hayat sürdüğümü bana yankılayan insanlar yoksa,
bana ayna tutan insanlar yoksa, giderek daha fazla kendimden bahsetmeye
başlarım. Dün ofisimde bir hanımefendi ile görüşüyorum, diyor ki bana: “İnanamıyorum son günlerde hep kendimden
bahsediyorum diğer insanlarla bir araya geldiğimde. Hep kendimden bahsediyorum,
kendime dönüp bakıyorum şaşırıyorum. Niye bu kadar çok kendimden bahsediyorum
diye?” Bu çok açık, bir şeyin
yokluğunu hissettiğinizde ondan çok bahsedersiniz. Bu kişi etrafında kendi
varlığını teyit eden kişiler bulamadığı için onlara ısrarla kendini tanıtmak,
gündeme getirme ihtiyacı duyuyor. Hepimiz
teyit edilme ihtiyacı duyuyoruz hayatta ve anlam duygusunun bir kısmını buradan
devşiriyoruz.
“Ben, ben olmak için bize ihtiyaç duyar.” Martin Buber
Anlam,
hayatımızı yönlendiren, hayatımıza istikamet veren şeylerden bir tanesi ama
anlam sadece bizim kendi benliklerimizden neşet ettiği zaman çok yanar-söner
bir şey olamaya da mahkum. İnsanlar
kendi anlamlarını, kendi hayatlarını ve kendi benliklerini aşan yerlere
yerleştirdikleri zaman o anlam çok daha kalıcı oluyor. Benim hayatıma
biçtiğim anlam benim hayat sınırlarımla kaim değilse, ben öldükten sonra da o
anlam duygusu kalabilecekse veya bir başkası bayrak yarışı gibi o anlamı alıp
bir başka yere taşıyabilecekse, o anlam duygusu çok daha güçlü olur. O yüzden
insanlar anlam duygusuna çok ihtiyaç duydukları zaman nerelere yöneliyorlar?
Dinlere yöneliyorlar, ideolojilere yönleniyorlar, fikir akımlarına
yöneliyorlar. Yani benimle doğup,
benimle biten bir şey bana yetmiyor daha yüce bir şey olması lazım. Benim
benliğimi aşan bir şey olursa o çok daha sağlam, çok daha kalıcı, çok daha
huzur verici bir şey oluyor. Bazen hayatımıza biçtiğimiz anlam, başka
insanların hayatlarına öyle bir kahredici bir gölge olarak ta yansıyabilir. Biz
kendimizi evrenin kurtarıcısı olarak sayabiliriz, böyle bir anlam biçebiliriz
kendimize fakat karşımızdaki insan kurtarılmak istemiyordur bizim tarafımızdan,
onu zorlayacak mıyız yani kendi hayatımıza biçtiğimiz anlam yüzünden? Anlam
duygusunun ahlaklılıkla beraber olması lazım. Şimdi bizim hayatımıza biçtiğimiz anlam ne olursa olsun onun evrensel ahlak
ölçülerine vurulduğunda bir değer ifade etmesi lazım. Az önce söyledim, bir
işkenceci de çok anlamlı bir hayat sürdüğünü düşünüyor olabilir, çok yüce bir
ideale hizmet ettiğini düşünüyor olabilir. Bakıyorsunuz, bu ülkenin geçmişine
de baktığınız zaman bir sürü karanlık işlere bulaşmış insanlar da görüyoruz
değil mi? Onlara sorduğunuzda “Vatan için
yaptık.”diyorlar. Yani herkes çok
yüce bir davaya hizmet ettiğini iddia ederek kendi süfli, basit arzularını
rasyonalize edebilir. İnsan çok kolay kendi kendini kandırabilen ve yalan
söyleyebilen bir varlık. Demek ki ahlak bir ölçü. Ahlaklılık olursa anlam
duygusu insana rehberlik edebilecek bir ışık oluyor. Ahlaklılık olmazsa o anlam
bizi daha iyi yerlere götürmüyor. Anlam
duygusundan kasıt insani olarak kendimizi geliştirebileceğimiz, bizi daha iyi
yerlere taşıyacak bir ışık, bir meşale, bir yön duygusu. Hayatımızı niçin
yaşadığımız sorusunun cevabı. Bu soru çok önemli bir soru ve bu soru sadece
dinin, sadece bilimin ve sadece ahlakın alanına bırakılmaması gereken bir soru.
Herkesin en yakıcı sorusu bu, en derininde hissetmesi gereken soru. Hayatımıza
bir anlam duygusu katabildiğimiz zaman, hayatımızı daha sakin daha huzurlu,
eskilerin deyimiyle mutmain olarak yaşamış oluyoruz. Hayatına anlam duygusunu katan herkes mutlu olmayabilir. Anlam duygusu
olmayan insanların mutsuz olacağını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” Nietzsche
İstiklâl
Harbi’ni düşünün, bir sürü insan ne kadar ıstırap çekti değil mi? ülkemiz için
bir çaba verdi dedelerimiz, atalarımız. Çanakkale Savaşı’nda 250-300 bin şehit
verdik. Mutlu muydu sizce oradaki insanlar? Mutlu olduklarını sanmıyorum,
siperlerde uyudular ama huzurluydular ve hayatlarına anlam duygusu katan bir
şeyler vardı. Yani oradaki müzeyi gezdiğinizde, bir Türk askerinin mektubu
vardır ve insanı ağlatır gerçekten. O anlam duygusunun orada nasıl tüttüğünü,
nasıl oradan buram buram hissedildiğini görüyorsunuz. Burada biz bir amaç için
bulunuyoruz anneciğim diyor. Hayatımızda
bir anlam duygusu olduğu zaman, yediğimiz darbeler geriye dönüp baktığımızda
bizi zenginleştiren tecrübeler oluyor. Hani Nietzsche’nin o ünlü sözü var
ya: “Beni
öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” O zaman aldığım darbeler benim daha
mukavemetli bir insan olmamı sağlıyor. Hayata karşı daha hoşgörülü, daha
bilgece bakabilmemi sağlıyor. Değişik alternatifleri hesaba katabilmemi
sağlıyor. Hayat, Sting diye bir şarkıcı var, -süremi de aşmayayım, sorulara
vakit bırakayım, ben burada Marx’tan bahsettim, Mevlana’dan bahsettim şimdi de
Sting’den bahsediyorum- şöyle diyor: Şöyle bir şeye kuvvetle inanıyorum.
İnsanlığın ortak malı olan bir bilgelik var, bir hikmet var. Kimileri buna
geçmişe dönüp bakıyorlar mesela Aldous Huxley, “Perennial Philosophy/ Kalıcı
Felsefe” diyor. Onun mesela Türkçeye de çevrilmiş olan “Kalıcı Felsefe” kitabı
çok ilginç bir kitaptır, Batı dünyasında çok satmıştır ama Türkçe’de bin tane
ya basıldı ya basılmadı, pek kimsenin dikkatini çekmedi herhalde, pek
bilinmeyen bir yayınevinden çıktı. Orada Mevlana’dan alıntı yapar, Lao Tzu’dan
alıntı yapar. Üç-beş tane dünyanın en uzak yerlerindeki adamlardan alıntı
yapar, bir bakarsınız ki, hepsi aynı şeyi söylemiş. Değişik, yani insanlığın en eski çağlardan beri gelen,
kadim çağlardan beri süzülüp gelen bir bilgeliği var ve bu bazen bir pop
şarkıcısının sözlerinde karşınıza çıkar, bazen bir şairde çıkar, bazen köydeki
Mehmet ağanın sözlerinde. Anneannem o kadar hikmetli sözler edermiş ki,
annem bana anlatıyor, benim ağzım bir karış açık kalıyor bunu anneannem mi söylüyordu
diye. Geçmişin kadınlarında da böyle bir irfani gelenek var. Okullara
gitmemişler ama çok hikaye dinlemişler. Toparlamak gerekirse, Sting şöyle
diyor: “Her şey yıkılıp giderken geride kalan şeylerle güzel bir şeyler
kurmaya çalışmaktır hayat.” Her şey
yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hala iyi bir hayat
kurmaya çalışıyorsam işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum
demektir.
“Her şey yıkılıp giderken geride kalan şeylerle güzel bir şeyler kurmaya çalışmaktır hayat.” Sting
Değer duygusu anlamı insanın dört ayağından
birisi. Bazı insanlar değerleri için hayatlarını dahi feda edebilirler. Böyle
insanlar soylu insanlardır, biraz daha soylu insanlardır ve o insanlar
taşıdıkları o çok güçlü anlam duygusu sayesinde dünyayı da daha güzel daha
yaşanabilir bir yer kılabilirler…
Soru ve cevaplar
Doç.Dr.Sayar: Çok doğru bir noktaya temas
ettiniz. İnsanlar hayatın değişik dönemeçlerinde değişik anlamlar
edinebiliyorlar kendilerine. Üniversitede öğretim üyeliği sizin için hayatın
bir döneminde, hayatınızı anlamlandıran, hayatınızı ışıklandıran bir şey
oluyor. Birden baba oluyorsunuz, babalık rolü her şeyi anlamlandıran bir şey
oluyor fakat bir şeye dikkat etmek lazım. Bir
anlamda zayıflama olursa diğer anlam onun yerini almak üzere ortaya çıkıyor.
Mesela siz üniversite kariyerinizde bir darbe yediniz, birden babalığınıza
sarılabilir, babalığınızı keşfedebilirsiniz. Babalık hayatınızı tek başına
anlamlandıran bir şey haline geliyorsa o zaman bir anlam kaynağıdır, yoksa
babalık kimliği var zaten. İnsanlar hayatlarının değişik dönemlerinde yedikleri
darbelere göre, ihtiyaçlarına göre anlamlarını seçebilirler. Bazen bir anlam
sizi hayatınızın sonuna kadar götürebilir. Bir davaya bağlılık mesela, bir
inanca bağlılık, bu sizin hayatınızın sonuna kadar en temel anlam kaynağınız
olabilir diyelim ki, bu 12 Eylül döneminde çok yaşandı ve böyle insanları da
gördüm, bunları konuşmak gerekir Türkiye’de.
“Türkiye babalığı abartan adamların ülkesidir” Çetin Altan
Mesela bir hanımla görüşmemi hiç
unutamıyorum, hapse girmiş 12 Eylül öncesinin politik ortamı nedeniyle, o da
sokaklara çıkmış, bağırmış-çağırmış, yazılar yazmış, hapse girmiş, o hapiste
uzun kalmış, erken çıkan arkadaşlarının hepsi reklamcı olmuşlar, şirketlerde
bir köşe kapmışlar falan. Bu kızcağız dedi ki bana, hiç unutamıyorum bu sözünü:
“Keşke inanabileceğim bir tanrım olsaydı…
Hiçbir şeye inanamıyorum. Ben bunun için hapis yattım baksanıza arkadaşlarımın
yaptığına, benim mücadele ettiğim değerlere karşı şeylerin içinde yer alıyorlar
ve ben şu anda hayatıma bir anlam biçemiyorum.” Bakın böyle şeyleri hepimiz
yaşayabiliriz. Yani bir sosyal hareketin içerisinde yer alırsınız, o sosyal
hareket zayıflar veya bir şekilde asimile edilir ve siz ortada kalırsınız. O
zaman onun yerine bir başka anlam üretmek zorundasınız. Çetin Altan’ın bir
tabiri vardır: “Türkiye babalığı abartan adamların ülkesidir”der. Yani neden
insan babalığı abartır? Çünkü hayatında daha doğru dürüst daha bir anlam
bulamadığı için, yoksa babalık kendi kendine zaten olup biten bir şey, onu
abartmaya ne gerek var? Bir yerde bir yoksunluk, eksiklik olduğu zaman bir
anlam sağlayıcıda, başka bir anlam sağlayıcı devreye girebiliyor. Bugün bizim
toplumumuzda insanlara bakıyorsunuz mesela, hâlâ din en büyük anlam sağlayıcı.
İnsanlar kriz dönemlerinde büyük dönüşümler yaşayabiliyorlar, birden bire o
atadan dededen gördüğü anlam sağlayıcıya pat diye bir dönüş yapıyor ve oranın
tekinliğine sığınıyor. Aslında şunu söylüyor o insan: “Ben hayatımın bu döneminde çok incinebilir bir varlığım. Ben atamın,
dedemin bana gösterdiği yola intisap ederek kendimi tekinliğe, emniyete
alıyorum.”diyor. Yani bütün bu anlam sağlayıcılar zaman zaman değişebilir
ama makbul olan bana sorarsanız, insanın kişisel gelişimini sağlamak
kaydıyla ve başka insanlara tahakkümde bulunma hakkını vermemek kaydıyla,
ahlaklılıkla beraber gitmek kaydıyla hayatı kuşatan genel bir anlam bakışıdır.
Yani kalıcılık ve bağlantılılık, hayatımızın değişik dönemlerinde çok farklı
şeyler yaşamış olabilirim, onları tutarlı bir hikaye olarak kurgulayabiliyor
muyum geriye dönüp baktığım zaman? Hata yaptığım şeyler de olabilir, hata
yaptığım şeyleri de geriye dönüp baktığım zaman “ben bu hatayı yaptım ama
bundan şunu öğrendim” diyebiliyor muyum? Ataol Behramoğlu’nun çok güzel bir
şiiri vardır: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler var”der. Çok güzel bir
şiirdir hakikaten. Ben arada psikoterapi niyetine okurum o şiiri hastalarıma.
Çok öğretici bir şiirdir. Eğer onlardan öğrenmişsek hatalar da hayatımızda bir
yere oturuyor.
"Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği." Ataol Behramoğlu
Soru: Bir
doygunluk var mıdır? Anlam doygunluğu denen bir olaydan sonra insanlar gelişimi
içerisinde anlamı olan bir şeyi dışarıda bırakırlar mı? Yani anlamlı olması
gereken bir şey anlamsız gelmeye başlayabilir mi? Sorunun özü anlam doygunluğu
tanımlı mıdır?
Doç.Dr.Sayar: Çok zor bir soru. Yani biraz
düşünülerek cevap verilmesi gereken bir şey. Şöyle söyleyeyim. Biraz paralel
bir yerden gidelim. Kenneth Gergen diye bir sosyal psikolog var. Çok ilginç bir
varsayımı var, diyor ki: “Günümüzde
benlikler doymuştur. Günümüzün benliği batılı post-modern benlik, doymuş bir
benliktir. Çünkü, çok fazla imgeye muhatap oluyor, çok fazla haber işitiyor,
çok fazla insan görüyor, çok fazla kişi dinliyor, çok fazla görüntüyle muhatap
oluyor, televizyondan sinemadan akan görüntüyle muhatap oluyor. O kadar çok
enformasyon yığılıyor ki içine, bu benlik artık doymuş bir benliktir.”diyor.
Aslında geçmiş çağlarda seçme şansımız çok kısıtlıydı, bugün seçme şansımız çok
fazla fakat bu sefer Barry Schwartz diye bir psikolog çıkıyor diyor ki: “Şu
anda özgürlüğün tiranlığından bahsedebiliriz.”diyor. O kadar seçenek var ki, paralize olduk
hiçbir şeyi seçemiyoruz. Günümüzün insanında bir doymuşluk duygusu var ama bu
çok sathi bir doymuşluk. Bunu Gergen mesela “sığ ve çoklu benlik” olarak isimlendiriyor ve diyor ki: “Günümüz
insanının hastalığı multifrenidir, şizofreni değil.” Yani biz bukalemun
kişilikleriz. Yani üniversitede böyleyiz, eve gidince başka türlüyüz, golf
oynarken başka türlüyüz, bir başka adamın yanında otururken başka türlüyüz, bin
tane kimliğe bürünebilen insanlarız. Bir tane stabil, istikrarlı bir kimlik
anlatısı tutturamıyoruz. Benlikler doyuyor ama insan anlama doyar mı? Soru
soran bir insanın anlama doymaması lazım. Her zaman hayatına biçtiği anlamları
da sorgulaması gerekir bana sorarsanız. Anlam yemek gibi bir şeydir. Mesela
bugün biz öğlen yemeğinde çok güzel bir yemek yedik ve bir daha acıkmayacağız
diyecek miyiz? Akşama acıkacağız. Anlam da ruhun yemeğidir bana sorarsanız.
Yani hayatınıza çok güzel bir anlam biçtiniz, biçtiğiniz anlamı geliştirebilir,
daha sofistike kılabilirsiniz. Yani siz hayatınıza bir inanıştan, bir sistem
içinden bir anlam duygusu biçmişinizdir, o anlam duygusunu değerlendirme
vasıtaları gelişir elinizde. Hayatınızda çok daha farklı bir yere
yerleştirebilir, daha sofistike, daha gelişmiş bir yere koyabilirsiniz, onun
sizi daha geliştirebileceği bir zemine çekebilirsiniz o anlam duygusunu. Yani insanın hayatında hiçbir şey statik değil,
hiçbir şey durağan değil, anlam duygusu da gelişebilir ya da büsbütün
anlamsızlığa da gark olabilirsiniz yani tamamen doyarak vazgeçebilirsiniz de
her şeyden. Kuralları yok. Bir şey öğrendiysem bu meslekte bu kadar çok
insanı dinlediğim için, onun güveni ile konuşuyorum, insanın iç dünyasının
kurallara gelir, genellemelere gelir bir tarafının olmadığını öğrendim. Yani bugün bir kişi için doğru olan bir başkası
için yanlış olabilir. Bugün o ortam
içinde doğru olan, o doğru başka bir ortam içinde yanlış olabilir. İzafidir
insanın algılaması. O yüzden biz, subjektif iyilik kavramına atıfta
bulunuyoruz psikolojide, psikiyatride. Hayat kalitesi dediğimiz şey, subjektif
iyilikle ölçülen bir şey. Birisi birisine çok kötü bir söz söyler, iki kişi
aynı şeye muhatap olmuştur, birisinin ego kaynakları, ego gücü çok farklıdır,
öbürünün çok farklıdır, o başka türlü anlar, diğeri başka türlü anlar. Birisi
ciddi bir hakaret olarak algılar, öbürü der ki: ‘Bu adam yine saçmalıyor. Bu
adam ahmağın teki’ der mesela. Bizim olaylara atfettiğimiz değer, subjektif
algılamamız çok önemli. Bu subjektivite de aşınıyor günümüzde. Bu çok güzel bir
soru. Biraz düşüneceğim bunun üzerinde önümüzdeki günlerde. Şurada hemen
düşünmeye çalışıyorum. Subjektivite de
günümüzde aşınıyor yani biz dünyayı atalarımızın bildiği gibi bilmiyoruz,
empati duygusu mesela günümüzde giderek azalıyor. Diğerkamlık, hemhal oluş
azalıyor, insanların acılarına daha az dikkat ediyoruz. Çünkü, acı da seyirlik
bir şeye dönüşmüş oldu. Güneydoğu Asya’da bir sel baskını oldu, bir tufan
oldu, tsunami oldu, televizyonda seyrediyoruz, pat diye çeviriyoruz pat diye
Seda Sayan çıkıyor karşımıza, onunla beraber göbek atıyoruz. Ünsal Oskay’ın bir
saptaması vardı, bir gazete köşesinde okumuştum yıllar önce diyor ki: “Geçenlerde
bir düğüne gittim, Yemen Türküsü eşliğinde millet göbek atıyordu, inanamadım,
çıldıracak gibi oldum.” Bir milletin en acılı türküsü bu. Yemen Türküsü
ile millet şakır şukur oynuyormuş orada. İnsanlar bunu niçin yaptıklarının çok
farkında olmayabilirler ama bu işte bizde bazı şeylerin, duygusal
hassasiyetlerin de köreldiğinin bir işareti. Neden insanlar çıkıp, Türk toplumu
gibi mahremiyetin çok ön planda olduğu bir toplumda, kadın programlarında
insanlar çıkıp en mahrem dertlerini anlatmaya başladılar? Bunun üzerinde biraz
düşünmemiz gerekmez mi? Ne oluyor da adam orada en adi, en pespayesinden aile
hikayelerini anlatıyor milyonlarca insanın önünde? Her şey değişiyor, toplum
değişiyor, subjektivite değişiyor, elbette anlam kavrayışları, algılayışları
değişebilir ama teorik düzeyde konuşacak olursam ruh anlama doymaz. Ama herkes
subjektif olarak farklı şeyler yaşayabilir. Sorunuza cevap veremediğimin
farkındayım ama.
Soru: Psikiyatri
anormal davranışlarla mı uğraşır?
Doç.Dr.Sayar: Tabii öyle diyebiliriz. Marazî
psikoloji ile ilgilenir.
Soru: O halde
marazî psikolojiden yola çıkarak anlam konusunda söz söyleyebilir miyiz?
Psikiyatrlar hep Viktor Frankl’dan bahsediyor.
Doç.Dr.Sayar: Doğru söylüyorsunuz aslında belki
bir ya da iki psikiyatr arkadaşımız da konuşsa iyi olur. Victor Frankl’ın
tecrübesinden bundan sonra gelen psikiyatristler de bahsedeceklerdir emin olun
ondan. Çünkü en çok kalem oynatmış isimlerden birisi anlam konusunda.
Soru: Onun da
gözlemleri toplama kamplarından kaynaklanıyor.
Doç.Dr.Sayar: Ama sadece temerküz kampından
yola çıkmıyor Frankl. Ona da haksızlık etmeyelim. Daha sonra sadece anlam
üzerine kurulu bir psikiyatri ekolü geliştiriyor. Oradaki gözlemlerinden
besleniyor ama günümüzün insanının bir anlam boşluğu içinde yaşadığını söylüyor
Frankl ve buna “ Noojenik Nevroz” diyor, kimi insanların noojenik bir nevroz
içinde yaşadığını, o yüzden hayatını anlamlandırmakta güçlük çektiğini ve o
yüzden de bu kadar depresyonların, anksiyete bozukluklarının yaygınlaştığını
söylüyor. Normal olan üzerinde psikiyatri çok durmuyor, bu çok önemli bir şey
biliyor musunuz? Biz bunu geçen yıl da Amerika’da çok değerli bir bilim
adamıyla oturduk, konuştuk, bir kuramcı, o da aynı kanaatteydi. Psikiyatri
marazî olana odaklanır yapısı gereği fakat bir de insanın içinde bazı kuvvetler
var ki, hastalığa mağlup olmasını engelliyor. Neden herkes depresyona girmiyor? Neden üç insan, beş insan aynı
rahatsız edici şeyle karşılaştığı zaman bunlardan sadece biri depresyona giriyor?
Bu çok önemli bir sorudur. İnsanların içlerinde bazı koruyucu faktörler
var. Mesela mukavemet geliştiren, insanların karşı koymasını sağlayan bazı
pozitif nitelikler var. Bunların en başında geleni de anlam duygusu, bir
başkası ümitvarlık. Ümitvar insanlar,
geleceğe ümitle bakan insanlar ve hayata anlam duygusundan soyulmamış, bu
duyguyu kuvvetli bir biçimde içinde taşıyan insanlar, hayatın fiskelerine,
yumruklarına çok daha mukavim oluyorlar. Yani bizlerin belki, psikiyatriyi
de psikolojiyi de insanın içindeki direnç noktaların daha iyi anlamaya
yönelecek bir kavrayışa ulaştırmamız lazım. Sadece marazî olana bakmak yanlış
bir fotoğraf çekmek olabilir, doğru. Ama Frankl bunu yapmıyor, onu söylemek
isterim. Frankl şunu söylüyor başka bir kitaplarından birisinde. Maslow diye
başka bir psikolog vardır, ihtiyaçlar hiyerarşisi der. ‘Karnı doyan, barınan insan, yani
temel ihtiyaçlarını karşılayan insan daha yüksek ideallere yönelir’ der
Maslow. Frankl bunu reddediyor, niye reddediyor? İnsanlar doğru idealler için,
ülküler için savaşmak istedikleri zaman mutlaka karınlarının doymasını mı
beklemeliler? Bunun pek çok aksi yönde örneği vardır. İnsanlar açlığı, sıkıntıyı, sefaleti göze alarak büyük ülkülerin peşi
sıra gidebilirler. Hemen böyle temel ihtiyaçlarının doyurulup ondan sonra
yüksek arzuların, yüksek heveslerin peşinde koşmaları gerekmez. Yani insan
değerleri için yaşayan bir varlık. Dedim ki, değer duygusu anlamın insanın dört
ayağından birisi. Bazı insanlar
değerleri için hayatlarını dahi feda edebilirler. Böyle insanlar soylu
insanlardır, biraz daha soylu insanlardır ve o insanlar taşıdıkları o çok güçlü
anlam duygusu sayesinde dünyayı da daha güzel daha yaşanabilir bir yer
kılabilirler. Ama sorarsanız geçenlerde bir kitapta okudum çok ilginç geldi
bana, ben böyle adamların hayat hikayelerini okumayı çok seviyorum. Mesela
böyle bir adamın hayat hikayesini okumak isterseniz Aliya İzzet Begoviç’in
–Bosna’nın önderi- hayat hikayesini okumanızı öneririm. Çok ilginç bir hayat
hikayesi. Bu adam varlıklı olmaya namzet bir avukat, yani çok kazanabilecekken,
Yugoslavya’da bürokraside bir yere gelebilecekken birden bire ülküleri için
zindanlara düşüyor, hiçbir zaman uslanmıyor, hep halkına önderlik ediyor..
Mesela bu şunu düşünmüştüm, bu adam hiç düşünmedi mi acaba, böyle rahat rajat
evimde otursaydım, 40 senemi niye zindanda geçirdim? Orada o cevabı bulamadım,
baştan aşağı çok tutarlı bir çizgi izliyor. Fakat Nelson Mandela anılarında
şöyle bir şey söylüyor: “Zindandayken
zaman zaman düşündüm. Keşke mesleğimi devam ettirseydim, etliye sütlüye fazla
karışmasaydım, ailemin çoluğumun çocuğumun başında olsaydım diye düşündüm”diyor.
Bu çok insani bir şey. O kadar büyük çilelere, ıstıraplara maruz kalıyor ki bu
insanlar, onlar da geriye dönüp böyle kuşkular yaşayabilirler.
Soru: Fanatizmle
yazılı kültür eksikliği arasında bir bağ kurulabilir mi?
Doç.Dr.Kemal Sayar: Sekterlik, fanatiklik bazen insanların hayatına sahte bir anlam duygusu
sağlayabilir. Şimdi Eric Hoffer diye bir yazar vardır. Bu bilge bir
adamdır, çok okul okumamıştır ancak Amerika’nın en önemli aydınları arasında
kabul edilir, “Kesin İnançlılar” diye bir kitabı vardır. Hoffer burada şunu
söyler: “İnsanlar kendi yalnızlık duygularını, çaresizlik hislerini,
emniyetsizlik hislerini yok emek istediklerinde bazen büyük bir gruba, kesin
inançlı bir gruba intisap ederler ve o kesin inançlı grubun ‘hakikat sadece
biziz, hakikat sadece bizdedir, onun tek temsilcisi biziz.’ tarzındaki o
büyüklenmeci söyleminde, o endişelerini, yalnızlık hislerini kaybederler, iyileşirler,
biraz o kırılganlıklarını, zavallılıklarını, daha keskin gruplara intisap
ederek yok ederler.”der. Fanatizmde, sekterlikte bir iddia vardır. O
iddia da şudur: “Tek anlam biziz, başka
hiçbir anlam yoktur, diğer anlamların hepsi de batıldır, yanlıştır”
tarzında bir anlayış vardır. Burada benim az önce söylediğim bir anlamın
gerçekten insanın hayatını geliştirebilecek, onu daha bir yere taşıyabilecek
devingen doğasını göremiyorsunuz. Bu statik bir tercihtir. Hakikat benim diyen bir insan başka bir kitap okumaz, başka insanları
da dinlemez. Sadece kendi hakikatini kafasına vurarak başkalarına kabul
ettirmeye çalışır. Yani tuttu adamlar, üç bin yıldır orada olan Buda
heykellerini bombaladılar. Benim içim acıdı. Çok acıdı, üç bin yıldır oradaydı
o eser. Üç tane beş tane nereden idare edildikleri belirsiz adamlar çıktılar,
onları bombaladılar, dünyanın gözü önünde bombaladılar. Onların sözüm ona
negatifleri de geldiler Bağdat Müzesi’ni yağmaladılar. Vandallık, bu şiddet
taraftarlığı ancak hakikat benim diyebilecek kesinlikte konuşabilen insanların
tekelinde olan bir şey. Başka insanların da bir gerçekliği olabileceği, onların
da doğru şeyler söyleyebileceğini düşünen bir anlayış, kalıcı felsefe
yaklaşımı, hakikat her yerde olabilir, farklı dillerde farklı kişiler
tarafından da söylenmiş olabilir yaklaşımı böyle bir şeye müsaade etmez. O
yüzden diyorum, kendimize bir anlam
biçtiğimiz zaman onun ahlaklılık kumaşından, erdem kumaşından yapılması lazım
ve insanı mutlaka geliştiren doğası olması lazım. Bunlar –meli, -malı’lar.
Böyle olursa bence o büyük bir anlatıya dönüşebilir.
"Hakikat benim diyen bir insan başka bir kitap okumaz, başka insanları da dinlemez. Sadece kendi hakikatini kafasına vurarak başkalarına kabul ettirmeye çalışır."
Sözlü kültür, yazılı kültür
meselesine gelince, bence mesele yazılı kültür ile sözlü kültür arasına
duvarlar örmek değildir. Sözlü kültürün kendisi de çok güçlü bir taşıyıcıdır.
Bakın ben size basit bir şey anlatayım. Geçen gün annem oğluma bir hikaye
anlatıyor. Hikayeyi bir yandan ben de dinliyorum, ben de bir köşede bir şeyler
yapıyorum. Bir gülümseme yayıldı yüzüme. Çünkü, annem bu hikayeyi ben çocukken
bana anlatmıştı, bunu hatırladım. Bir toplumun
hikayelerini kuşaktan kuşağa aktarabilmesi gerekir aslında. Orada aktarıcı
aslında ben olmam gerekirken, annem yine aynı hikayeyi devam ettiriyor. Bizim geçmiş nesillerimiz bu hikayelerle
büyüdükleri için çok zengindiler, arada çok hikmetli laflar da edebiliyorlardı.
Bizim elimizden bu hikayeler de alındı. Her neslin üç-beş nesil ötesine
uzanan hikayeleri vardı her sülalenin. Mutlaka sizin atalarınızın dedelerinizin
bir göç hikayesi vardır, bu göçler kavşağı olan topraklarda. Benim var. Benim
anneannemin annesinin Gürcistan’ın bir köyünden yola çıkıp, nasıl çocuğu
acıktığında kafasına sopa indirerek, sahil boyunca yürüdüğünü, Amasya’ya nasıl
geldiğini ben biliyorum ama çocuğuma anlatmayacağım bunları. Ben kendi hayatım
açısından anlamlı bulmadığım için çocuklarıma anlatmayacağım ve onlar o
hikayeyi belki bilmeden büyüyecekler. Ama bu hikayeyi bilerek büyüselerdi, bir
süreklilik duygusuna daha fazla sahip olma şansları vardı. Yani ben bir
yerlerin, bazı kişilerin devamcısıyım. Fırlatılmadım dünyaya. Yalnız, tek
başına bir insan değilim, benden önce kuşaklar vardı. O anlatıları devam
ettirebilmek çok önemli bir şey, çağdaş öyküler artık -bir yazar böyle diyor-
CNN tarafından ve televizyon tarafından yayılıyor, o yüzden bizler Köroğlu
hikayelerini dinlemiyoruz. Yakın zamanlara kadar Köroğlu hikayeleri anlatan
abdallar ve şairler vardı. Köy köy dolaşır ve saz eşliğinde hikaye
anlatırlardı. Bunlar maalesef tarihe karıştı ve onların yerini bu
televizyondaki kaynana programları aldı herhalde.
Soru: Şimdi sunuşunuz
esnasında iki tanımı “anlamsızlık” ve “anlam boşluğu”nu kullandınız farklı
yerlerdi. Biz anlam boşluğunun anlamsızlık anlamını düşünebilir miyiz? Pek öyle
bir çıkarımım olmadı ama bunun üzerinde düşündüğümde, böyle bir bağlantı
kurduğumda nereye varırız hangisi önce gelir? Bu önemli bir nokta. Gene
sunuşunuzdan çıkardığım bir şey, anlam aynı zamanda bir iktidar ilişkisini de
tanımlıyor. Yani anlamı verirken iktidarı da tanımlıyoruz. Bunları birbirine
bağlarsak o zaman anlam boşluğuna düşmek her zaman kötü olmayabilir.
Doç.Dr.Kemal Sayar: Anlamı kim veriyor?
Soru: Hakim olan.
Doç.Dr.Kemal Sayar: Verilen anlamı kabul edecek
olan kişi sizsiniz, yani siz pasif bir organizma değilsiniz.
Soru: Mesela 12
Eylül’de anlam değişti, yeni bir anlam geldi ülkeye. Bir sürü insan da bu
anlamın peşinden gitti, bir anlam boşluğu doğdu. Bence anlamsızlıklar da doğdu.
Ama o anlam boşluğu yeni anlamlar da üretti. Eğer o anlam boşluğu olmasaydı
yeni anlamlar ortaya çıkmayabilirdi gibi.
Doç.Dr.Kemal Sayar: Tamam söylediğiniz çok doğru.
Anlam dediğimiz şey aslında bir konvansiyondur, bir uzlaşmadır bir yandan da. Anlam benim kendim için bulduğum değerle ,
benim kendim için icat ettiğim şey ile toplumun bana vermek istediği şeyin bir
uzlaşısıdır. Bazen bakın, her zaman değil. Bazen bu uzlaşı sayesinde yeni
anlamlar doğabilir. Ama bazı insanlar da toplumun verdiği rolü, kimliği, anlamı
reddeder eski anlatılarına devam edebilirler. Burada 12 Eylül ile veya siyasi
buhran dönemleriyle ortaya çıkan boşlukları insanlar daha keskinleşerek, daha
uçlara savrularak da bir cevap verebilirler. Yahut ortama uyum sağlayarak da
bir cevap verebilirler. Yani o anlam boşluğunu tek başına bakın siyasi
konjonktür ortaya çıkarmaz. O anlam sizin içinizde kalıcı, stabil, istikrarlı
bir yere tekabül ediyorsa siz, o anlamı zaten muhafaza edersiniz. Şartların
değişmesiyle sizin bir ülküye, bir ideale bağlılığınızın değişmemesi gerekir.
Eğer öyleyse sizin zaten o ülkü, o ideal bir takım endişelerinizi gideriyordur,
psikolojik ihtiyaçlarınızı gidermeye matuf bir şeydir.
Buyurun siz devam edin lütfen
belki ben sizi tam doğru anlayamamış olabilirim.
Soru: Bazen anlam
hakim güçler tarafından dayatılabilir.
Doç.Dr.Kemal Sayar: Zamanın ruhu diye bir kavram
var biliyorsunuz. Zeitgeist diyorlar Almanca. Bu çok önemli bir kavram bence. Zamanın kendine mahsus bir ruhu olabilir.
Kültürel iklimlerin değişmesiyle paylaşılan anlamlar değişebilir, bu iki kere
iki dört kadar kesin bir şey. Bugün moderniteden postmoderniteye geçtiğimiz
varsayılıyor. Postmodernite hiçbir şeyin kesin olarak billurlaşamadığı bir
kiniklik iklimi yani şüphecilik iklimi. Her şeyi kesin olarak bilebildiğimiz
bir zamandan hiçbir şeyi tam olarak bilemediğimiz bir zamana geçiyoruz. O zaman
anlam dediğimiz şey de aşınıyor böyle bir iklimde. Her zamanın kendine mahsus
ruhu var. Daha istikrarlı, daha stabil toplumlarda daha istikrarlı anlamlardan
bahsetmek mümkünken, anlama doyulabilir mi diye bir soruyu bugün sorabiliyoruz
ve bu soru bizi düşündürüyor. Belki yüz sene önce bu soru bize çok manasız
gelebilecekti. Çok basit bir misal anlatayım size, geçen gün bir dostum dedi
ki-bu dostum benden on beş yaş büyük- “Bilecik’te benim iki tane halam vardır,
yıllardır bu insanlara biz hala deriz. İşte hala aşağı, hala yukarı. Hala geldi
mi? Halaları aradınız mı? falan. Çocukluğumdan beri bildim bileli bu insanlar
benim için haladır, yakınımdır. Geçen gün kız kardeşim durup dururken sordu, bu
halaların halalıkları nereden geliyor? Diye. Yani biz bunlara hala diyoruz ama
nerden geliyor bunların halalığı, babamızın kız kardeşleri olmadığını
biliyoruz. Kimin nesi, kimin fesi, bize yakınlıkları nedir?”dedi. O sırada o
ortamda bulunan başka bir dostum dedi ki, -çok güzel bir tespitti bence.-: “Bu
sorunun şu zamanda sorulması ne kadar manidar değil mi?”dedi. Yani halaların
halalığı insanların gitgide daha fazla bireyselleştiği, herkesin kendi kalesine
çekildiği, herkesin kendi çıkarını savunduğu ve dedim ya benliklerin tek anlam
sağlayıcı haline geldiği bir zaman diliminde sorulmaya başlanıyor. Bunlar
nereden çıktı? Bir de yarın öbür gün başımıza yük olmasınlar. Yani bunlara biz
hala dedik ama yarın öbür gün bakıma ihtiyaç duydukları zaman onların yanı
başında olmamız gerekirse bu bize sıkıntı yaratmaz mı? Yani satır aralarında
sanki bunlar gizli. Bazı sorular bazı çağlarda anlamlı, bazı çağlarda anlamsız.
Muhakkak ki, zamanın ruhu pek çok şeyi belirleyebilir. Ama ben şahsen insanın
temel hikayesinin çok değişmediğini düşünüyorum. Subjektifliğimiz değişiyor, olaylara verdiğimiz anlam değişiyor belki
ama iyi ile kötü arasındaki mücadele hep aynı.
Bir de psikiyatri ile ilgili birkaç not söyleyeyim size.
Psikiyatride mesela bu psikofarmakoloji dediğimiz her şeyi ilaç tedavisi ile
tedavi etme yaklaşımı, mesela depresyon diyoruz, her depresyona ilaç yazma yaklaşımı insanları yine anlamdan ve
anlatıdan mahrum bırakan bir yaklaşım. İnsanlar
depresyonlarını kendi içsel kaynaklarına yönelerek, eşlerine, dostlarına,
arkadaşlarına yönelerek, onlardan imdat, yardım isteyerek yenebilirlerse
geriye dönüp şunu söyleme hakları var: “Bakın benim depresyonum vardı ama bunu
yendim. Kendim uğraştım, çabaladım, yendim.” Yani burada bir anlatı
oluşuyor, bir hikaye oluşuyor. “Ben bunu yapabildim. Kendi başıma kendi
kaynaklarımla yaptım.” Yani yaşadığım hastalığı anlamlandırabiliyorum
ama bir ilaç aldım ve iyileştim dediğimiz zaman kendimle ilgili bir anlatı
oluşturamıyorum ve hastalığı da yeterince anlamlandıramıyorum. Mesela psikofarmakolojinin en rahatsız edici
taraflarından bir tanesi budur, hastalığı anlamdan soyması, anlamdan mahrum
bırakması. Bugün tıbbın da temel rahatsızlıklarından birisi bu. Tıp hastalığın arkasındaki ıstırabı
göremiyor, dolayısıyla hastalığı anlamlandıramıyor. Ben kitaplardan
birisinde yazmıştım. Bir gün dahiliye viziti yapıyoruz, rotasyondayım ben
dahiliyede, bir odaya gireceğiz profesör döndü dedi ki, “karaciğer apsesi
burada mı yatıyor.” Ne demek karaciğer apsesi? Ahmet, Mehmet, Ayşe değil yani.?
İnsanlar sahip oldukları patoloji ile tanımlanıyor. Benim çok sevdiğim, çok
yakın olan bir akrabam, hastaneye yatması gerekti, cerrahi bir problemden
dolayı. Çok önceden de tanıdığım bir asistan, ben orada çalışırken intörnlüğümü
yapmıştı. Geldi bana dedi ki: “Abi, fistül sizin hastanız mıydı?” Benim için
çok değerli olan bir varlık onun gözünde bir fistül, çok feci bir şey bu. Anlam
psikolojide çok önemli, belki sosyal bilimlerde de çok önemli. Herkes bir
şekilde hayatına bir anlam katmaya çalışıyor. Bazı insanlar işleri ile anlam
katmaya çalışıyorlar. İşlerinden devşirdikleri benlik değeri, benlik duygusu,
işe yararlık duygusu onların hayatında bir anlam duygusuna tebdil oluyor,
dönüşüyor. Bazı insanlar şöhret olarak hayatlarına bir anlam duygusu biçmeye
çalışıyorlar. Bazı insanlar diğerlerinden farklı olmaya sıvanarak bir anlam
duygusu oluşturuyorlar, herkes kendince hayatına bir anlam duygusu katmaya
çalışıyor. Ama geriye dönüp bunu sınama şansımız yok, yani benim anlam duygum
senin anlam duygunu döver diyemeyiz. Bunu ancak 40 yaşında, 50 yaşında, 60
yaşında geriye dönüp baktığımız zaman geride güzel bir ayak izi bıraktık mı? Bu
duygu bizi tatmin ediyor mu? Memnun muyuz? Herhalde bu belirleyecek. Hepimiz
Rektör Bey kadar şanslı değiliz, geriye dönüp baktığımızda arkamızda bir
üniversite olmayabilir. Sizin bu açıdan bir şansınız, avantajınız var, diğer
öğretim üyeleri için de bu böyle. Geriye
dönüp hayatımızı güzel bir şekilde imar ettik mi? Herhalde hayatımızın son
dönemecinde geriye bakıp bu sorunun doğru cevabını verebileceğiz ya da
başkaları verecek bize. Başkaları bize iyi yaptığımızı, doğru yaptığımızı
söyleyerek bu cevabı bizim yerimize verecekler.
Soru: Anlam
evrimsel yaklaşımla da izah edilebilir. Bu konuya hiç değinilmedi.
Doç.Dr.Kemal Sayar: Size tek bir sorum var : Ya ben
Adem ve Havva’ya inanıyorsam? Siz bunun cevabını verin bana. Ben bir şey
söyleyebilirim size ama sizin kullandığınız dil üzerinden bir şey söyleyemem.
Soru: İntihar ve
anlam ilişkisi?
Doç.Dr.Kemal Sayar: Genellikle intiharın dinamiğine
baktığımız zaman kendine yönelmiş bir kıyıcılık bu, kendine yönelmiş bir
şiddet. Depresyonu da, dışarıya ifade edilemeyen öfkenin kendine dönmesi, kendi
canını acıtması olarak kavramlaştırıyor kimi teorisyenler ve intihar bunun
zirvesi oluyor. Diyor ki mesela Karl Abraham: “İntihar kendi içindeki nesneyi,
içi alınmış olan, sevilen nesneyi öldürme eylemidir. Sadece kendini değil de
anneyi, babayı içe alınan nesneyi de öldürme eylemidir.” Ama bunlar
spekülatif görüşler, bana sorarsanız intihar,
insanın kişisel değersizlik duygusunun artık zirve noktası. Beden o kadar
değersizdir ki, can o kadar değersizdir ki, artık bu dünyadan çekip gitmesinde
de bir beis yoktur. Bazen de intihar, bu değersizlik duygusunun arkasında
kişinin hayatta bırakabileceği tek iz olabilir, o kadar değersiz hisseder ki
kendini kişi, sadece ölümle hayata meydan okuyabilir. Kendini öldürerek
etrafındaki insanlara meydan okuyabilir. İşte o ölü bir gövde ile de çok
etrafına o güne kadar veremediği mesajı verir. Çoğu zaman zaten intihar notu
bırakır bu tür insanlar. O notlar da almak istedikleri intikamı da yazarlar
oraya, kimi incitmek istediklerini yazarlar. Ben diyen kişinin benliği ile
ilgili bir problem vardır. Yani çok ben
diyen insan kendisi ile ilgili, öz değeri, öz saygısı ile ilgili sorun yaşayan
insandır çoğu zaman. Kendi değerinin dış dünya tarafından çok teyit edilmesine
ihtiyaç duyan insandır. Bunda ben çok büyük bir çelişki görmüyorum. Bu tür
insanlar depresyonları, karamsar haleti ruhiyeleri yoğunlaştığı zaman intihara
da gidebilirler. Evet burada toparlamam gerekirse, anlamla ilgili meseleler çok
girift aslında. Sosyal Psikoloji var, Sosyoloji var içinde, Psikiyatri bir
yerinde duruyor. Biyoloji var mı bilmiyorum, siz gündeme getirdiniz onu.
Mutlaka vardır, bu konuda düşünmüş insanlar vardır ama evrimsel açıdan nereye
konabilir anlam duygusu bilmiyorum, inanın hiç okumam yok o konuda.
“İntihar kendi içindeki nesneyi, içi alınmış olan, sevilen nesneyi öldürme eylemidir. Sadece kendini değil de anneyi, babayı içe alınan nesneyi de öldürme eylemidir." Karl AbrahamSoru:Sosyal psikiyatri diye bir disiplin var mı?
Doç.Dr.Kemal Sayar: Elbette. Kültürel Psikiyatri,
Sosyal Psikiyatri, bütün bunlar disiplinlerdir. Kongresi bile yapılıyor her
sene.
Soru: Sosyal
psikiyatri neyle uğraşır?
Doç.Dr.Kemal Sayar: Sosyal Psikiyatri dediğimiz
zaman yine biz insanı toplumsal etkileşimi içinde ele alıyoruz. Yani
toplumların ruh sağlığından bahsetmiş olmuyoruz sosyal psikiyatri derken, o
biraz bizi aşan bir şey. Bir tıp doktorunun ne haddine toplumu iyileştirmek,
neticede o belki interdisipliner bir çalışma olabilir, bir psikiyatr da
bulunabilir içersinde. Bu tip çalışmalar yapan insanlar var. Türkçe’ye de
kitapları çevrilmiş olan Vamık Volkan diye bir kişi var, bir psikanalist,
psikiyatr. O mesela uluslararası ihtilafların çözümünde falan bayağı aktif rol
oynayan birisi.
Kaynak: www.kemalsayar.com
25.01. 2005 tarihinde Muğla Üniversitesi İİBF 101 No.lu Amfisinde, Prof. Dr. Kemal SAYAR tarafından verilen konferanstan derlenmiştir.
Ataol Behramoğlu - Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder