16 Eylül 2024 Pazartesi

Sahnedeki Efsane: Genco Erkal ve İzleri

Yıl 1975… Henüz 12 yaşındayım. İlkokul bitmiş ve İstanbul'a gelmişim. Küçük, eski bir kentin sükûnetinden çıkıp, yeni büyük bir şehrin kargaşasına alışmakla geçiyor günlerim. Küçük eski kentte şiir okumak, bayramlara ya da 10 Kasım’lara sığdırılmış bir hamasetten ibaretti. Şiir uyakla ve heyecanla, bayramdan bayrama herkesin önünde, elde mikrofonla, kasıla kasıla okunan bir şeydi o zamana kadar…

Bir gün, abim beni tiyatroya götürecek. Nasıl da heyecanlıyım. İstiklal caddesi upuzun ama o kadar da eğlenceli o zaman. Yolda giderken yılların "İnci"sinde "profiterol"ü tanıdım. Öyle de bir tat varmış meğer. O gün bugündür, tiyatro benim için hep lezzetli bir profiterol tadındadır. Sonra tamamen dolu bir salon. Karanlığın içinden yumuşacık bir ses. "Hava kurşun gibi ağır" diyerek ufak tefek bir adam çıkıyor sahneye, tek başına. O ufacık adam iki saat boyunca sahnede büyüdü büyüdü büyüdü.

İşte o günlerde tanıdım Nazım Hikmet’i. Sahnede Genco Erkal’ın ağzından ustanın şiirlerini ağzım açık dinledim. Heyecan, hüzün, hırs, sevgi, sevinç, umut hepsi birbirine karıştı. İnsana dair tüm duygular sıraya girdi, bir resmigeçit edasıyla geçip gitti içimden. “Kerem Gibi”yi ilk kez o yıllarda sahneliyordu Genco Erkal, adı İstiklâl olan kocaman bir caddenin eski bir salonunda, çok görmüş geçirmiş bir sahnede.

İlkokul yıllarında her 10 Kasım ve 23 Nisan'da hamaset yüklü şiirler okuyan ben, ilk kez kafiyesiz şiir olabileceğini, kahramanlardan değil, halktan ve haktan bahseden şiirler olduğunu ve şiirin bağıra çağıra değil, aşkla canlı canlı okunabileceğine tanık oldum. Nazım Usta ve Genco Üstat bir oldular, kanıksanmış bir ezberi bozdular. Demek ki  şiir hayatın ta kendisiymiş. İçten gelirmiş, bilince çıkarmış. Sadece kahramanlık hezeyanlarını değil yaşamanın heyecanlarını da dillendirebilirmiş. Okuyanın cafcaflı nidalarıyla, bildik bir hamaseti gazlayarak dinleyenleri körleştirmeye değil, tam tersine, sükunetle ve suhuletle söylenen en yaşamsal anlamlarla, izleyenin yüreğindeki yabancılaşmayı aklın düzeyine yükselterek, bir daha asla kararmayacak bir aydınlığın yolunu açabilirmiş şiir. O gün gördüm, duydum, anladım.


Evet! Ta o zaman da
Hava kurşun gibi ağır”dı ve Genco Erkal
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyor…
Koşun
         kurşun
                erit-
                    -meğe
                        çağırıyor…”du.

O gün çok şey değişti hayatımda, ilk işim “her şeye rağmen kurşun eritmeyi” öğrenmek oldu… O gün bugündür, dünyayı değiştirebilmek için, hayatı anlamaya çalışmakla geçer oldu günlerimiz. Dünyayı sanatın kurtaracağına o zamandan inanmıştım. Sonra, yıl 1983 olmalı, 12 Eylül karanlığı ülkenin üstünde. Üniversitedeyiz. Boş oturacak değiliz ya. Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu, Brecht'ten "Galileo Galilei" oynuyor... İTÜ'de üç yüz kişiyi aşkın bir örgütlenmeyle, Tünel'e yakın Baro Han'ın en alt katındaki tiyatro salonunu kapatmışız. İki saat boyunca, sahnede engizisyon mahkemesinin karşısında "ama dünya güneşin etrafında dönüyor" diyen Genco Erkal'ı izliyoruz... Finalde "Gece nasıl?" sorusuna "aydınlık" diye cevap veriyor. Sonra dakikalarca alkış, kıyamet, hepimizin gözleri ışıl ışıl. Sonraki yıllar, sırasıyla “Yalınayak Sokrates”, “Ben, Bertolt Brecht”. Her bir oyunun izleri derindir belleklerimizde.


İyi ki Genco Erkal ile ilk gençlik yıllarında karşılaşmışım. Üniversitedeyken, her fırsatta, hep birlikte tiyatro salonlarını doldurmaktı bir araya gelmenin en güzel yolu. Sonunda bu yol, çoğunluğu mühendislik öğrencisi, şiir, müzik ve tiyatro sevdalısı onlarca genci yine tiyatro sahnesinde buluşturdu. Sahne bulamayınca, bazen evlerde, bazen inşaat hâlindeki salonların talaşları üzerinde çalışan, adı amatör ama ruhu profesyonel disiplinle yoğrulmuş, kendi tiyatro grubumuzu oluşturduk, adına da “Genç Oyuncular” dedik. 1960'larda, üstat Genco Erkal ve arkadaşlarının yarattığı üniversiteli "Genç Oyuncular" efsanesini sürdürmek iddiasındaydık. Kısmen de başarılı olduk sayıyorum, o gruptan pek çok arkadaşımız, hâlâ o tiyatro ve sanat sevgisini sahnelerde veya sahne arkasında, yine aynı disiplinle sürdürüyor.

O efsane hep yaşıyor ve yaşayacak. Altmış yılı aşkın bir süredir hep sahnede, daima "genç" ve daima “aydınlık” saçan, nice genç yüreği ısıtan ve beyinleri ışıldatan, ardıllarına örnek, gerçek bir sanatçı, halkın ve hakkın sanatçısı hiç ölür mü?

O sonsuz aydınlık hep ışıldayacak artık göklerden belleklere.

15 Eylül 2024 Pazar

Değişeni Bilmek

Dünya bir zamanlar bir öküzün boynuzlarının üstünde duruyordu ve evrenin merkeziydi. Sonraları uzayın merkezine yerleşti ve tüm diğer gök cisimleri de dünyanın etrafında döner oldu. Bir zaman sonra, güneş dünyanın çevresinde dönüyor sanıldı ama anlaşıldı ki, bu dünya da evrenin sonsuzluğunda küçücük küresel bir noktadan ibaret, hem de ekseni eğik, hem de kutuplardan basık... Gün geldi ve anlaşıldı ki dünyanın da, diğer gezegenler gibi, yörüngesi dairesel değil eliptikmiş, o yüzden yaz kışa, güz bahara benzemezmiş.  İlginçtir ki, yine de dünyanın hâlâ düz ve evrenin merkezi olduğuna inananlar var, her zaman vardı, hep de olacak anlaşılan.

Çok değil yarım asır önce, maddenin en küçük parçası atomdu ve bildiğimiz her şey atomlardan oluşuyordu. Sonraları atomun çekirdeğinde proton ve nötronların var olduğu anlaşıldı. Bir gün bir bilim insanı çıktı, atom her şey değildir dedi ve esas gücün fotonlarda olduğu anlaşıldı. Bütün biliyor sandıklarımız yerle bir oldu. Yüzyıllardır bütün bilim ve teknolojinin üzerine kurulduğu Newton mekaniği bilgisi alt üst oldu ve hâlâ kuantum mekaniğini anlamaya çalışıyoruz kıt aklımızla.

Oysa, tarihin her döneminde bildiklerimizden ne kadar emindik her devirde. Hâlâ da her şeyi en iyi bildiğimizi sanıyor olmanın kibri, çok uzaklara değil yakın tarihe bakınca ne kadar aptalca görünüyor aslında. Öyle bir ezber belletilmiş ki zihinlerimize, tarihin tekerrürüne dair yanılsamalarımızla kendimizi avutmakla ustalaşmışız. Oysa her taş yerinde ağır, bilmez miyiz? Geçmişte yaşanan her şey o günün nesnelliği, o çağın bilgisi, algılarımızsa o “zamanın ruhu”nun sonucu.

Sadece biz insanlar değil, doğa da öğreniyor, ders çıkartıyor yaşananlardan. Sular bile aynı değil derenin yatağında, her geçen su derenin de yatağını değiştiriyor geçtiği yerde. Nesnel olanın değişimine direnmek nafile bir çaba; başka türlü hangi canlı hayatta kalabilir, hangi canlı sürdürebilirdi ki neslini?

Yıllardır, belki de 100 yıldır, hep aynı biçimde davranarak, hep aynı sonuçları almaktan bıkmadık mı? Kim bilir belki de kimileri, gizli gizli aynı sonucu almaktan, statükonun değişmemesinden gayet de memnundur. "Aman ha! Bizim iktidar alanımıza dokunmayan yılan bin yaşasın!" fikri aslında iktidarsız muhterislerin birleşik ortak sloganı olmuş sanki...

Evet... Anılar, anıyken, hatırlamak çok güzel ama "asıl olan değiştirmek" demişti üstat... Önce kendimizden başlayarak... Değiştirmenin yolu değişmekten geçiyor... Gerisi nostaljinin gayya kuyusu herkes için...

3 Eylül 2024 Salı

İKTİDAR PRAGMATİZMİNE KARŞI DAYANIŞMA ETİĞİ

Bir sabah kalktığımızda bir kurtuluş mucizesiyle karşılaşmayı düşlemiyorsak eğer, hak, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kendini emeğin saflarında gören herkesin, her grubun, her kollektifin, her birlikteliğin bir arada yürümesiyle kazanılabileceğini biliyorsak, bu zaferin yolunu “dayanışma etiği” ile döşemek gerekiyor.

20+ yıllık aralıksız AKP iktidarının Türkiye siyasetine kattığı acaip(!) bir gelenek var artık. Aslında 1940’ların ortalarından itibaren, savaşın ertesinde, dünyada ABD sermayesinin egemenliği ve gücü arttıkça, ülke ekonomisinin de adım adım dünya kapitalizminin çarklarına uyumlanmasıyla birlikte, Türkiye siyasetinde de İttihatçı gelenekten kalma, ulusalcı-halkçı-devletçi damarın yerini giderek “pragmatizm” almaya başlamıştı. Ama AKP iktidarı, kapitalizmin geleneksel ideolog ve filozoflarının düsturlarını ustalıkla günlük siyasete ve giderek de hayatımıza sokmayı son 20 yılda başardı.

Artık 1960 sonrası, giderek (görece) demokratikleşen toplumsal hayatın içinden çıkan, zekâ düzeyi yüksek, nükteli ve yaratıcı siyaset dilinin yerinde yeller esiyor. Tabii ki, ülkenin yönetimi tek adamın emir ve talimatlarıyla yürütülür hâle geldikçe, adına, sıfatına ister iktidar yanlısı ister muhalif deyin, toplumsal örgütlülükler içinde de “tek adam”ların mikro iktidarı revaçta artık. 600+ yıllık imparatorluk mirasının üstüne, “tek adam” ve “milli şef” siyasetiyle yürüyen ve hamasetle yüceltilmiş bir cumhuriyet rejiminin getirdiği davranış alışkanlığından da bağımsız değil bu tarz-ı siyasete gösterilen toplumsal rıza.

AKP iktidarı, kendi pragmatist siyaset tarzını topluma dayatırken, tarihte ve dünyada görülmemiş boyutta bir medya imparatorluğu desteğini kullandı. Her gün, televizyonlarda ve giderek yaygınlaşan sosyal medya ve yayın kanallarında gördüğümüz siyaset biçimine, en tepeden gelen ayrıştırma-düşmanlaştırma hedefli küfür diline iyiden iyiye alıştık artık. Öylesine ki, kendini muhalif sayan/sanan/yerine koyan ve her fırsatta kendini gösterecek yer arayan medyatik/fenomen yayıncılar da aynı dili kullanmaktan hiç de rahatsız değiller.

Siyasetin en kolay yolu, kendi gibi olmayanların, farklı düşünenlerin bulunduğu her ortama, her gruba, her bireye uzaktan, farklı her ses ve sözü, eğip-büküp bağlamından kopartarak, “çamur at izi kalsın, temizlemeyi onlar düşünsün” hedefiyle, bulunduğu alanda öne çıkan, ilgi gören her emeğe saldırmak oldu artık. Bu yöntemin profesyonelleri ve bu yolla cukkalarını dolduran gazeteci ve trol müsveddelerini ayırt etmek kolay ama her mahallede türeyen “muhalif” kılıklı aymazlık abidelerinin sapla-samanı ayırmamaları beceriksizlikten ibaret değil.

Siyasette “pragmatizm”, Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sloganından ve Machiavelli’nin “iktidar için her yol mübahtır” ilkesinden alıyor gücünü. Kutsallaşan hedeflere ulaşmak için çıkılan cihat yolunda elde kılıçla önüne gelen her şeyi kırıp döküp yok ederek, sonunda, er ya da geç, tek başına kalmakla sonlanıyor bu iktidara ulaşma macerası. Evdeki “her şeye kâdir”(!) babalar, erkini ancak şiddetle gösteren ERKekler(!), tehdit ve dayağı işinin parçası hâline getiren öğretmen bozuntuları, mahallede “benim topum, istediğimi oynatırım” diyerek oyunun kuralını koyan zengin çocukları, kendine rakip gördüğü her çalışanı mobbingle ezen şefler, müdürler, amirler, ustabaşılar, her biri hayatımızın bir gerçeği değil mi? Her alandaki iktidar/erk macerası kendi meşruluğunu pragmatizmden alıyor. Yalan, demagoji, tehdit, küfür ve ayrıştırma her yerde, her alanda ortak yöntem. Boyutu ne kadar olursa olsun, iktidarlar, kendi varlığının ve gücünün meşruluğunu sağlamak, kendi zaaflarını görünmez kılmak ve bunların tartışılmasına meydan vermemek için, uyruğunun içinde düşmanlık ve ayrılık yaratmak zorunda.

Çocukluktan beri, gündelik hayatta yaşanan tüm travmaların etkisi, kendine şu ya da bu biçimde, hasbelkader bir mikro iktidar alanı bulan kişiliklerin içinden bir tepki olarak boşalıveriyor yeri gelince. Bu bireylerin içinden çıkan benmerkezci, sömürgen, empati yoksunu, kısaca “narsistik” kişilik bozukluklarının tedavisi elbette psikologların ve psikolojinin ilgi ve görev alanı; ama eşit ve özgür bir yaşam için toplumsal değişim-dönüşüm mücadelesinin içinde bu travmatik etkilere de karşı durmak gerekiyor.

Günümüzün ve hayatımızın tek bir gerçekliği var: %1’lik mutlu azınlığın her alanda iktidarına karşı, %99’un yoksulluk ve yoksunluğunun haklarını savunmak için o çoğunluğu bir arada tutmanın tek bir yolu var; türü ne olursa olsun, ırkçı, milliyetçi, dinci, mezhepçi, cinsiyetçi, türcü her türlü ayrımcılığa, bunu tetikleyen küfür ve düşmanlık diline karşı durmak. Düşmanlık üreten, ayrıştıran küfür dili sadece ve sadece o %1’in iktidarını pekiştirmeye yarıyor, (bilerek ya da bilmeden) o iktidarı meşrulaştırmaya ve rıza üretmeye hizmet ediyor.

Eğer kurtuluş yoksa tek başına, hep beraber mücadelenin yolunu bulmak zorundayız. Her seçimde birbirinin paçasından aşağıya çekmekle uğraşan parti ve partililerle olmaz bu iş. Tarihte tüm zaferler, tüm devrimler haklılığını ve meşruluğunu birlikte, kol kola yürüyen kitlesel mücadelelerin sonunda elde edilmiş. Bir sabah kalktığımızda bir kurtuluş mucizesiyle karşılaşmayı düşlemiyorsak eğer, hak, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kendini emeğin saflarında gören herkesin, her grubun, her kolektifin, her birlikteliğin bir arada yürümesiyle kazanılabileceğini biliyorsak, bu zaferin yolunu “dayanışma etiği” ile döşemek gerekiyor. Kapitalizmi de, %1’in iktidarını da tarihe gömmek, “pragmatizme karşı etik” mücadelesinden geçiyor. Sadece küresel, ulusal, ülkesel düzeyde değil, yerelde de, evde de, birlikte yol yürümeye çalıştığımız her yerde de.

© Can ÇINAR, 3 Eylül 2024

Not: Bu yazı 3 Eylül 2024'te Dayanışma-Datça.org sitesinde yayınlandı.