Yıl 1975… Henüz 12 yaşındayım. İlkokul bitmiş ve İstanbul'a gelmişim. Küçük, eski bir kentin sükûnetinden çıkıp, yeni büyük bir şehrin kargaşasına alışmakla geçiyor günlerim. Küçük eski kentte şiir okumak, bayramlara ya da 10 Kasım’lara sığdırılmış bir hamasetten ibaretti. Şiir uyakla ve heyecanla, bayramdan bayrama herkesin önünde, elde mikrofonla, kasıla kasıla okunan bir şeydi o zamana kadar…
Bir gün, abim beni tiyatroya
götürecek. Nasıl da heyecanlıyım. İstiklal caddesi upuzun ama o kadar da
eğlenceli o zaman. Yolda giderken yılların "İnci"sinde "profiterol"ü
tanıdım. Öyle de bir tat varmış meğer. O gün bugündür, tiyatro benim için hep
lezzetli bir profiterol tadındadır. Sonra tamamen dolu bir salon. Karanlığın
içinden yumuşacık bir ses. "Hava kurşun gibi ağır" diyerek
ufak tefek bir adam çıkıyor sahneye, tek başına. O ufacık adam iki saat boyunca
sahnede büyüdü büyüdü büyüdü.
İşte o günlerde tanıdım Nazım
Hikmet’i. Sahnede Genco Erkal’ın ağzından ustanın şiirlerini ağzım açık
dinledim. Heyecan, hüzün, hırs, sevgi, sevinç, umut hepsi birbirine karıştı.
İnsana dair tüm duygular sıraya girdi, bir resmigeçit edasıyla geçip gitti
içimden. “Kerem Gibi”yi ilk kez o yıllarda sahneliyordu Genco Erkal, adı
İstiklâl olan kocaman bir caddenin eski bir salonunda, çok görmüş geçirmiş bir
sahnede.
İlkokul yıllarında her 10 Kasım
ve 23 Nisan'da hamaset yüklü şiirler okuyan ben, ilk kez kafiyesiz şiir
olabileceğini, kahramanlardan değil, halktan ve haktan bahseden şiirler
olduğunu ve şiirin bağıra çağıra değil, aşkla canlı canlı okunabileceğine tanık
oldum. Nazım Usta ve Genco Üstat bir oldular, kanıksanmış bir ezberi bozdular.
Demek ki şiir hayatın ta kendisiymiş.
İçten gelirmiş, bilince çıkarmış. Sadece kahramanlık hezeyanlarını değil
yaşamanın heyecanlarını da dillendirebilirmiş. Okuyanın cafcaflı nidalarıyla,
bildik bir hamaseti gazlayarak dinleyenleri körleştirmeye değil, tam tersine,
sükunetle ve suhuletle söylenen en yaşamsal anlamlarla, izleyenin yüreğindeki
yabancılaşmayı aklın düzeyine yükselterek, bir daha asla kararmayacak bir
aydınlığın yolunu açabilirmiş şiir. O gün gördüm, duydum, anladım.
Evet! Ta o zaman da
“Hava kurşun gibi ağır”dı ve Genco Erkal“Bağırbağırbağırbağırıyor…Koşunkurşunerit--meğeçağırıyor…”du.
O gün çok şey değişti hayatımda, ilk işim “her
şeye rağmen kurşun eritmeyi” öğrenmek oldu… O gün bugündür, dünyayı
değiştirebilmek için, hayatı anlamaya çalışmakla geçer oldu günlerimiz. Dünyayı
sanatın kurtaracağına o zamandan inanmıştım. Sonra, yıl 1983 olmalı, 12 Eylül
karanlığı ülkenin üstünde. Üniversitedeyiz. Boş oturacak değiliz ya. Genco
Erkal ve Dostlar Tiyatrosu, Brecht'ten "Galileo Galilei"
oynuyor... İTÜ'de üç yüz kişiyi aşkın bir örgütlenmeyle, Tünel'e yakın Baro
Han'ın en alt katındaki tiyatro salonunu kapatmışız. İki saat boyunca, sahnede
engizisyon mahkemesinin karşısında "ama dünya güneşin etrafında dönüyor"
diyen Genco Erkal'ı izliyoruz... Finalde "Gece nasıl?"
sorusuna "aydınlık" diye cevap veriyor. Sonra
dakikalarca alkış, kıyamet, hepimizin gözleri ışıl ışıl. Sonraki yıllar,
sırasıyla “Yalınayak Sokrates”, “Ben, Bertolt Brecht”. Her bir
oyunun izleri derindir belleklerimizde.
İyi ki Genco Erkal ile ilk gençlik yıllarında karşılaşmışım. Üniversitedeyken, her fırsatta, hep birlikte tiyatro salonlarını doldurmaktı bir araya gelmenin en güzel yolu. Sonunda bu yol, çoğunluğu mühendislik öğrencisi, şiir, müzik ve tiyatro sevdalısı onlarca genci yine tiyatro sahnesinde buluşturdu. Sahne bulamayınca, bazen evlerde, bazen inşaat hâlindeki salonların talaşları üzerinde çalışan, adı amatör ama ruhu profesyonel disiplinle yoğrulmuş, kendi tiyatro grubumuzu oluşturduk, adına da “Genç Oyuncular” dedik. 1960'larda, üstat Genco Erkal ve arkadaşlarının yarattığı üniversiteli "Genç Oyuncular" efsanesini sürdürmek iddiasındaydık. Kısmen de başarılı olduk sayıyorum, o gruptan pek çok arkadaşımız, hâlâ o tiyatro ve sanat sevgisini sahnelerde veya sahne arkasında, yine aynı disiplinle sürdürüyor.
O efsane hep yaşıyor ve
yaşayacak. Altmış yılı aşkın bir süredir hep sahnede, daima "genç"
ve daima “aydınlık” saçan, nice genç yüreği ısıtan ve beyinleri
ışıldatan, ardıllarına örnek, gerçek bir sanatçı, halkın ve hakkın sanatçısı
hiç ölür mü?
O sonsuz aydınlık hep ışıldayacak
artık göklerden belleklere.