17 Ağustos 1999… Hayatımızın paradigması o gün değişti.
Bir
gece yarısı, yaz tatilini yeni bitirip dönmüştük ki, bir uğultuyla uyandım. O
gün nasıl boğucu bir sıcak vardı. Uğultu birazdan aynadan gelen çıtırtıya
dönmüştü. Deprem oluyordu… ve olmaya devam ediyordu. Çocukluğumdan beri pek çok
deprem anı var zihnimde. Hep deprem “oldu” derdik sonrasında, ama şimdi
deprem “oluyor”, oluyor ve olmaya devam ediyor diyerek fırladık
yataktan. Sakin olmak ne mümkün!?. Kendimi bir gece yarısı salonun kapı
pervazını düşmesin diye tutarken buldum. O anda yaşam ile ölüm arasındaki her
an kopmaya hazır incecik pamuk ipliğini gördüm. Doğa o kadar güçlüydü ki, o isterse
bütün hayallerimizi, planlarımızı, heveslerimizi bir anda elimizden alabilirdi.
O anda bütün hırslarımız, mal, mülk hevesimiz anlamsızlaşıverdi. Bir vardık,
bir yoktuk aslında. Bize ait olan, değeri ve anlamı olan tek şey yaşadığımız
andı. O bitmeyen kırk beş saniyelik sarsıntı ve uğultu süresince bütün geçmiş
hayatımı temize çekiverdim böylece. O kadar çaresizdik ki…
17
Ağustos 1999 depremi sadece benim değil, neredeyse tüm ülkenin hayatında bir
kırılma noktasıydı. Tarihin belki de en kanlı yüzyılı sona ermek üzereydi ama
bizim kuşağımız sanki yaşanan felaketler hep geçmişte kaldı sanıyorduk. Bizden
önceki kuşakların neredeyse tüm hayatları savaşlarla, yokluk ve yoksullukla
geçmişti. Son yarım asır ise görece zenginleşen bir ülke ve renklenen,
çeşitlenen bir dünyanın içinde yaşıyorduk. Bu rehavet içindeyse geleceğe dönük
büyük beklentilerle, müthiş hayaller kuruyor, şahane planlar yapıyorduk. Tarih
boyunca yaşanmış gerek doğadan gelen afetler gerekse insan eliyle yaratılmış
felaketlerin bizim başımız gelme olasılığı hiçbir zaman yokmuş gibi bir duygu
ve kabullenişin içinde yaşıyorduk o güne kadar. Evet deprem veya diğer afetleri
duyuyorduk ama hep bizden uzaktaydı.
Ben de
o deprem anında, hemen sonrasında “biz bu kadar şiddetli hissettiysek kim
bilir nerede ne kadar şiddetli olmuştur bu deprem” diye düşünmüştüm. Gece
saat 03:01’deki 7.4 şiddetindeki depremin merkezi İzmit körfeziydi. İlk anda
ailelere ulaşabildik. Ailenin büyükleri o gün Datça’daydı, ama yeğenlerim
İstanbul’daydı. Neyse ki, ilk anda hızlı davrandık ve telefonla birbirimizin
sağlık haberlerini alabildik. Depremden birkaç dakika sonra telefonla hiçbir
yere ulaşmak mümkün değildi. Biraz sonra da elektrikler gitti tüm İstanbul’da. Tatilden
yeni dönmüştük. Arabanın radyo-teybi o sırada arızalı olduğu için de eski
portatif bir radyo-kasetçalar elimizin altındaydı. Hemen pilli radyoyu açıp
nerede ne olduğunu öğrenmeye çalıştık. Sarsıntılar hâlâ sürdüğü için de evi
terk etmemiz gerekiyordu. Evdeki misafirlerimizle hep birlikte arabaya indik ve
apartmanın otoparkında uyumaya çalıştık. Ama ne mümkün? Araba da sabaha kadar
sürekli sallanıyordu.
Felaketin
manzarası sabaha doğru görünür olmuştu. Gençliğimin geçtiği Yalova sahilleri,
son yıllarda iş nedeniyle haftanın iki günü Bursa’ya giderken katettiğim yol
boyunca, İzmit körfezi sahil boyunca artık yoktu. Her yer enkazdı. Günlerce
sürdü can kurtarma çabaları. Ben o yollardan aylarca geçemedim. Pek çok
tanıdığımız yakınlarından önce uzun süre haber alamadılar. Birkaç gün sonra da
kötü haberler art arda gelmeye başladı. Uzunca bir süre bütün ülke derin bir
üzüntü ve sessizliğe gömüldü. Aynı ülke o sıralar bir başka erdemi hatırladı
ama: dayanışma!..
Gücü
yeten, kendine güvenen binlerce genç, kadın ve erkek ulaşabildikleri bütün
araçlarla bölgeye gittiler. Günlerce kurtarma çabalarına destek verdiler.
Felaket günlerinde belki de ölenler kurtuluyor, sağ kalanların yaşam savaşı çok
daha zor. Gidemeyenler, gitmeye gücü ve cesareti yetemeyenler ise bulundukları
yerden bölgeden gelen acil ihtiyaçlar için seferber oldular. Neredeyse bir ay
boyunca sürdü bu seferberlik hâli. Sadece ülkeden değil, yurtdışından da pek
çok destek geldi. O ağustos sıcağının altında ne yazık ki tüm kayıplar
bulunamadan enkazlar kaldırılmak zorunda kalındı. Zira hayat devam etmek
zorundaydı…
O
günden sonra hayatımıza, bugüne kadar kendimize hiç konduramadığımız bir
“deprem” faktörü girdi. Jeofizik diye bir bilim dalı olduğunu, insanları
öldürenin deprem değil, yanlış yerde yapılan çürük inşaatlar olduğunu öğrendik.
Depremin doğal bir afet olduğunu, ülkenin en büyük kentlerinin deprem riski
üzerinde kurulu olduğunu, mekanların kalitesinin estetik ve işlevsellikten çok
sağlamlık ve depreme olan direncine bağlı olduğunu öğrendik… ve anlaşıldı ki,
İstanbul dahil bütün kentlerin yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Türkiye
bunu daha yeni kavrasa da dünyanın pek çok ülkesi bu gerçeklikle yaşamayı risk
değerlendirmeyi, yaşam hakkının her şeyin üstünde olduğunu çoktan kavramışlar
ve hayatlarını bu gerçekliğin üstüne kurmuşlar. Üstünden çeyrek asır geçmiş
olmasına rağmen bu gerçeklik hâlâ bilince çıkmış değil ne yazık ki!.. Hâlâ
deprem gerçekliği ve korkusu bütün hayatı durdurabiliyor. Bu korku pandemisiyse
yönetenlerin arayıp da bulamayacağı bir yönetim aracı oldu artık. Her türlü
kötülük bu korkunun arkasına saklanarak meşrulaşıyor yıllardır.